İnsanoğlu kaç yaşında olursa olsun, büyüklerinden çocukluk hâllerini ve anılarını dinlemeye doymazlar. Edebiyat ve sanat dünyasında tarihe ismini yazmış isimlerin çocukluklarına bi bakalım.

Kimi çocukken misket oynar, kimi mısralarla büyür... Ama bazı çocuklar var ki, daha emeklerken bile toplumun nabzını yoklamaya başlar.İşte siz değerli okurlarıma Türkiye'nin edebiyat ve sanat devlerininçocukluk halleri.Tabii biraz da tebessüm ederek!

Nazım Hikmet:
Nazım çocukken de isyankâr, romantik ve bir o kadar da ritimliydi. Saklambaç oynarken bile kuralları sorgulardı: “Neden ebe hep seçilen olmalı? Ebe olmak, proletaryanın kaderi midir?” diye sorunca oyundan men edilirdi. Şiir yazmaya on yaşında başladı, ama öğretmeni şiiri fazla uzun bulunca “Bu özgürlüğün kısıtlanmasıdır!” deyip tahtaya yürüdü. Daha çocukken kafiyeyi değil, kafayı takmıştı bazı meselelere.

Yaşar Kemal:
Kadirli’nin sıcağında çocuk olmak kolay mı sandınız? Yaşar Kemal, daha küçükken doğaya öyle hayrandı ki, ağaca "merhaba" der, kuşa “bugün havalar nasıl?” diye sorardı. Mahallede kimseyle kavga etmezdi, çünkü herkesin hikâyesini dinleyip roman haline getirirdi. Öyle bir hayal gücü vardı ki, annesi bir gün dolmayı yaktığında “Anne, bu yemek değil, toplumun trajedisidir” diyerek evde küçük çaplı bir edebiyat devrimi başlattı.

Yılmaz Güney:
Yılmaz’ın çocukluğu sinemaya değil, doğrudan sete doğmuş gibiydi. Mahallede film çevrilse “kamera nerede?” diye sorar, bir kavgada bile mizansen arardı. Oyuncak silahla kovboyculuk oynamadı, doğrudan senaryosunu yazıp oynadı. Bir gün annesi yemek geç kaldı diye bağırınca, “Bu sadece bir mutfak sorunu değil, sistem meselesi!” diyerek evde bir senaryo yazdı. O gün bugündür mutfakta hep dikkatli pişirildi yemekler.

Zülfü Livaneli:
Zülfü’nün çocukluğu notalarla geçti. Diğer çocuklar taş atarken, o mandoliniyle Beethoven çalardı. Komşular önce “Bu çocukta iş var” dedi, sonra “Ama bu çocuk bize fazla entelektüel” deyip uzağından sevmeye başladı. Küçük Zülfü, komşu çocuğuna Beethoven dinletip, ardından “Hadi gel şimdi biraz sosyal adalet konuşalım” deyince oyun parkında yalnız kalmayı da göze aldı. Ama o yalnızlıktan evrensel besteler doğdu, haberiniz olsun.

Tarık Akan:
Tarık, çocukken okuldan kaçıp sinemaya giderdi. Ama ne gidiş! Önce mahalledeki arkadaşlarına “Gel sinemada kaderimizi değiştirelim” der, ardından bilet kuyruğunda sıraya girerken halkın nabzını tutardı. Çocukluğunda saçları o kadar sarıydı ki, “bu çocuk kesin Yeşilçam’da jön olur” diye mahallede kulaktan kulağa yayıldı. Annesi bir gün onu kızıp sinemaya göndermeyince, Tarık balkondan “Ben bu evin duvarlarını tanımıyorum!” diye seslenmiş.

Bu isimlerin çocuklukları sıradan geçmedi. Onlar ya çocukken fazla büyüktü, ya da büyüyünce hâlâ içlerinde çocuk kalmıştı. Ne olursa olsun, her biri bu toprakların hem gözbebeği, hem de gönül pusulası oldu. Biz gülerken düşündüren bu çocuklara bir kez daha saygıyla...