Israrla görmek istemedikleri, biten ve tükenen birçok kazanım var.

Ama bir şey var ki, artık görmemezlikten gelemeyiz: Tarım ve hayvancılık.

Geçim kaynağı; tarım ve hayvancılık olan bir ülkeden; buğdayı, pirinci, pamuğu, nohudu, mercimeği, fasulyeyi, baklayı dışarıdan almaya başlayıp, dışa bağımlı hale geldik.

Soframıza; patates, soğan, patlıcan, et ucuza gelirken, şimdi nerdeyse gelmez oldu.

Zira üretmeden sadece tüketiyoruz.

Oysaki istediğimiz şey; kısıt altına alınmamış bir bağımsızlık, insanca var olduğumuz, onurumuzla yaşamaya değer bir yaşam, ikiyüzlü insanların olmadığı bir hayat, bu taleplerin karşılık bulduğu ve gelişen ülkeler üreten toplumlardır.

Sadece tüketime dayalı politika üretenler; önce ekonomik sonra sosyal çöküntünün altında kalırlar. Tıpkı, artık temel gıdaya bile erişim zorluğu yaşayan  bizler gibi.

Ayrıca; Bir ülkenin on yıllardır süre gelen başlıca geçim kaynaklarından en önemli iki damar kesilirse, o ülkede demokrasi de olmaz.

Zira; iktisadi hak ve özgürlüğün olmadığı yerde, siyasi demokrasi de kurulamaz.

Demokrasinin olmadığı yerde de, hak ve hukuktan konuşulamaz. Çünkü Demokrasi, toplumsal çıkarların, düşünce ve hakların dengesini oluşturur. 

Ekonomik dengesi bozulmuş bir yerde siyasi dengeden de bahsedilemez. Edilemiyor da.

Nüfusunun büyük çoğunluğunun İstanbul’da, üstelik betonlar arasına sıkışarak yaşadığı, diğer kısmının işsizlikten büyük şehirlere göç ettiği, su kaynakları, tarım arazilerinin betona kurban edildiği gerçeğiyle yüzleşmek zorundayız.

Yüzölçümü birçok ilimizden küçük Hollanda’nın tarım geliri, ülkemizin toplam turizm gelirini solluyorsa artık;  adına; “Tarım Reformu”, “Tarım Devrimi” ne derseniz deyin yapmak ve yeni tarım politikalarıyla yeniden üretime geçmek, çiftçiyi, emekçiyi kalkındırmada öncelikli olmak zorundayız.

Ekonomide ve siyasi politikalarda toslaya toslaya öyle bir sona geldik ki, artık toslayacak yer bile kalmadı.

Kurtuluş için ise; Tüketimde geri, üretimde ileri vitese geçme zamanı.