Spor yapan insan sayısı arttı ama doğayı dinleyen insan sayısı azaldı.

Sabah yürüyüşlerinde dikkat ettim; herkesin kulağında bir çift kulaklık, yüzünde kararlı bir ifade, adımlar temposuna göre ayarlanmış bir ritim… Yani modern çağın “kablolu yada kablosuz yalnızları” yürüyüşte!

Oysa ben açık havada yürüyüş yaparken müzik dinlemem. Çünkü doğanın kendi müziği var. Kuş cıvıltısı, yaprak hışırtısı, rüzgârın uğultusu, hatta karşıdan gelen dolmuşun korna sesi bile senfoninin bir parçası bence.

Ankara’da bile, eğer biraz kulak kabartırsan, hayatın sesi hâlâ duyulur: bakkalın kepenk sesi, sabah ezanı, köpeğin havlaması, çocukların top peşinde çığlıkları… Hepsi bir araya gelince koca bir orkestraya dönüşür.

Ama kulaklık takanlar o senfoniyi duymuyor.

Kimisi “Rocky” gibi koşuyor, kimisi “Matrix”te ajanlardan kaçıyor.

Biri de yanından geçerken “Günaydın” diyorsun, duymuyor. Çünkü o anda müziğin en dramatik kısmı çalıyor!

Oysa doğanın en güzel parçası, bir selamın yankısıdır.

Ama o yankı, kulaklıkla susturuluyor.

Bazen düşünüyorum da…

Belki de teknolojinin en sessiz trajedisi budur:

Kendi sesimizi, hayatın sesini, birbirimizin sesini duyamamak.

Kulaklıklar sadece kulağımızı değil, ruhumuzu da kapatıyor dışarıya.

Ben kulaklıksız yürüyüşlerime devam ediyorum.

Rüzgârı duyuyorum, kuşu, kediyi, trafiği, insanı, şehri…

Hepsi bir arada yaşamanın kanıtı.

Biraz gürültülü belki ama, tam da bu gürültüde hayat var.

… ..

Kulaklıksız yürürüm, rüzgâr kulağımda,

Bir serçe “merhaba” der, selamlar sabahımda.

Betondan da olsa şehir, içinde bir doğa var,

Yeter ki duymayı bil.

Bir korna, bir çocuk sesi, bir anne “gel” deyişi,

Hayatın melodisi bu.

Kapat kulaklığı, aç kulağını hayata,

Müzik değil, doğa çalar en doğru notayı!