Felaket oldu. Bilindiği halde ama beklenmediği zamanda. Felaketler öyle değil midir zaten? Beklenmediği zamanda olan yıkıcı olaylar. Bu da çok korkunç, çok yıkıcı, çok üzücü ve unutulamayacak derinlikte. Derin fay hatlarında otururken derin acılar yaşamak mümkün. Ama tersi de olabilirdi. Nasıl mı? Demeye gerek var mı? Hepimiz biliyoruz. Ne söylenenleri dinledik, ne önlem aldık, ne bilime kulak verdik ne de gerekenleri yaptık. Doğa seni beklemez! Olan oldu. Mesele şimdi ne yapacağımız. Geçmişe ve hatta yaşadığımız günlere bakınca yine aynı hataları aynı derinlikte yapacağız gibi görünüyor.

İki şekilde geciktik. Birincisi her şeye kulak tıkayarak, bölge belediyelerinden gelen istek ve uyarılara kulak asmayarak, yıllardır bu bölgedeki tehlikeyi haykıran bilim insanlarını dinlemeyerek çok geç kaldık. İkincisi müdahele etmekte geciktik. İki gün geriden geldik. En kritik zamanda yeterince orada olamadık. Özellikle ordunun emir bekleyerek bölgeye gelmesindeki gecikme hem koordinasyonda yetersizliğe, hem kurtarma işlerinde gecikmeye hem de güvenliğin sağlanmasında güçlüklere neden oldu. Eskiden askeriyenin sahra hastaneleri vardı, hani o kapatılan GATA’nın savaş  ve afet cerrahisi ve tıbbi bakımda deneyimli kadrolarının da görev aldığı. Tüm dünyada ordusu olup asker hastanesi olmayan tek ülkenin bizim olduğumuzu biliyor musunuz? Üstelik dünyanın en güçlü ve yetkin on ordusundan biri bizim ordumuz olmasına karşın. Ayrıca iktidar ordudan korksa da bu ülke insanının askerine kadim bir güveni vardır. Zamanında orada olamadılar. Güvenlik boşluğunu kamuflaj elbiseli, spor ayakkabılı, kar maskeli adamlar doldurdu. Şiddetin içinden şiddet doğuran adamlar. Kim onlar?

Can kaybı yüz bini geçecek gibi duruyor. Acılar rakamla ölçülemez ama 13 milyon insanın yaşadığı birbirine komşu on il söz konusu olduğunda ve özellikle üç ilin tuz buz olduğunu görünce bunun aksini söylemek zor. Bu kadar kaybımız varsa kayıp acısının ağırlığını taşıyacak en az bir milyon insanımız olacak demektir. Büyük bir yas bu, çok büyük. Bunun içinde ekonomik kayıplar, yuva kayıpları, iş kayıpları, gelecek kayıpları yok. Ya onlar ne olacak?

Önümüzdeki günlerde ciddi sağlık sorunları kapıda. Psikolojik sorunlar sonradan gelecek olsa da bölgede çok büyük bir hijyen sorunu yaşanmakta. Beslenme barınma yavaş yavaş sağlanıyor olsa da tuvalet ve temizlik çok büyük sorun. Yakında ciddi salgınlar yaşanmaya gebe. Bedensel travmalar tıbbi müdaheler ile yurdun bir çok yerinde bertaraf edilse bile salgınlar, her türlü salgınlar yakın gibi duruyor. Kışın en sert zamanına denk gelmesi de cabası. Tıbbi koordinasyonun eksikliğini bölgeye akın eden bir çok hekim arkadaşımızdan dinliyoruz. Bunlar suçlamadan ziyade bir durum belirlemesi.

Tüm bunlar cereyan ederken gönlü geniş milletimizin ırkçı söylemleri ve siyasi itişmeleri ortalığa dökülmeye başladı. Onurun milliyetle bir ilişkisi olmadığını doksandokuz depremi gösteriyordu oysa. O dönemde akın akın yağmaya gelenleri unutmadık. Felaket kaosunu yaratır! Bunu da iyi yönetemiyoruz.

Gelelim siyaset yapma yapmama söylemine. Bugün iki açıklama ile bu işin nasıl bir çifte standart ve aymazlıkla gittiğine şahit olduk. Birincisi zamanlar üstü siyasetçimiz Arınç’ın açıklaması. Kimse seçimle ilgili bir şey söylemezken kendisi bu ortam ve acı anında seçimlerin ertelenmesi gerektiğini, kimsenin bu ortamda seçimden söz etmesinin uygun olmadığını, seçimlerin de tarih vererek Mart 2024 (yerel seçimlerle birlikte) ya da Aralık 2023’e ertelenmesinin uygun olduğunu buyurmuş. Kendisi ‘kimse seçimden söz etmesin’ derken seçimden ilk söz eden kişi olma başarısını göstermiş. Bu siyaset yapmak değil mi? Sen, ben söz etsek siyaset yapmış oluyoruz, bakanlar kamera önünde yer kapmak için çocukları ve birbirlerini itiştirirken devlet oluyorlar. İkincisi Bahçeli. Bugün bölgede çaba sarf eden belediyelerden, işçiden, askerden, doktor ve hemşireden örnekler vererek devlet nerede diyenlere ‘devlet millettir, millet devlettir’ dedi. Bu haliyle doğru. Ama devamında  AHBAP ve Babala TV’yi hedef alarak şunları söyledi; ‘Devletin ve hükümetin hakkını teslim etmek lazımdır. Devletin yapamadığı ne vardır da ahbap'çılar, babala'cılar akbaba gibi kanat çırpmaktadır. Bu sahtekarların Türk televizyonlarında artık yer almaması lazımdır.’ Yardıma giden herkes devlet de yüzlerce insanla yardım için çırpınan bu insanlar neden akbaba?  Bu nasıl çelişki? Bu söylem siyasi değil zaten, onlar devlet biz başka milletin çocuklarıyız. Kırık fay hatlarını derinleştirmek değil de nedir bu?

Ortaokul yıllarımda evde uzanmış bir şeyler okuyordum. Başucumda bulunan dergilere uzandım. Dergi kitlesinin üzerinde rahmetli babamın babaannesinden kalma, daha önce kırılmış ve kötü bir rekonstrüksiyon geçirmiş bir vazo vardı. Ergen tembelliği ile vazoyu kaldırmadan alttan bir dergi çekiştirdim. Sarsıntıyla vazo yere düştü. Tuz buz oldu. Sesi duyunca babam geldi. Vazonun son halini gördü. Hiçbir şey demeden ve bana çok kısa baktıktan sonra acılı gözlerle bu elindeki son hatırasının kalıntısını süpürüp temizledi. Çok utanmış ve pişman olmuştum. Bir daha asla alttan bir şey çekmeye kalkışmadım.

Yetki ve sorumluluk kardeştir. Biri varsa diğeri de vardır. Bu ülkenin tek yetkilisi varsa tek sorumlusu vardır.