Kitap imza günlerinde çok farklı insanlarla karşılaşırım. Sohbetler genelde aynı kapıdan girer:

“Benim çocuğum da çok güzel yazıyor…”

“Aslında ben de şiir yazarım…”

“Hatta hayatımı yazsam roman olur.”

Buraya kadar her şey şahane. Nobel’e bir adım kalmıştır.

Sonra bir sessizlik…

Bir iç çekiş…

Ve meşhur cümle gelir:

“Ama…”

“Ama beni eleştirirler.”

“Ama nereden başlayacağımı bilmiyorum.”

“Ama ben yazsam da kim okur ki?”

Ben de hep gülümseyerek şunu sorarım:

“Peki, yazmayınca kim okuyacak?”

Yazarlık biraz cesaret işidir ama asla süper kahramanlık değildir. Pelerin falan gerektirmez. İç dünyanız, hayal gücünüz ve kaleminiz yeterlidir. Zaten içinizde bir yerlerde yazmak isteyen biri oturmuş, bacak bacak üstüne atmış, “Hadi artık” diye sizi bekliyordur.

Şiirler, öyküler, günlükler…

Eğer hepsi çekmecede kilitliyse, kusura bakmayın ama orası arşiv değil, edebi karantinadır. Yazdıklarımız gün yüzüne çıkmadıkça bize de dünyaya da fayda sağlamaz. Yazmak biraz da kendine ayna tutmaktır; bazen saçımız dağınık çıkar, bazen gözlerimiz ışıl ışıl… İkisi de biziz.

Tabii ki eleştirilecek, tabii ki beğenmeyen olacak. Olmasın mı? Her yazılanı herkes beğenseydi edebiyat değil, toplu mesaj olurdu. Mühim olan, bir iki çatık kaş yüzünden kalemi küstürmemek.

Bir de şu yaş meselesi var…

“Gençken yazılır.”

“Artık geçti.”

“Kırktan sonra zor.”

Bırakalım bu işleri. Yazının nüfus cüzdanı yoktur. Kimi yirmisinde döker içini, kimi ellisinde nihayet kelimelerle tanışır. Önemli olan, “başlamak” fiilini bir gün gerçekten çekimlemektir.

O yüzden:

Kalemi elinize alın.

Bir cümle yazın.

Beğenmezseniz ikinciyi yazın.

Onu da sevmezseniz çay koyun, sonra üçüncüyü yazın.

Ve yazmayı günlük hayatla barıştırın. Pazardaki domatesle, otobüsteki teyzenin sözüyle, sabah kahvesinin kokusuyla… Hayat zaten yazıyor; siz sadece biraz kulak verin.

İnanın, kalem küsmeyi sevmez.

Yazdıkça açılır.

Açıldıkça siz de hafiflersiniz.