Sabah erkenden uyanıyorsun. Duş alınıyor, sinek kaydı tıraş olunuyor, en havalı parfüm sıkılıyor. Gardıroptan özel günler için saklanan o tertemiz kıyafet seçiliyor. Gitar sırtlanıyor, repertuar cebe atılıyor. Tam o sırada evin önünde uzun, siyah bir araç beliriyor. Sürücü bile gözlük takmış, öyle ciddi.

Araca biniyorsun, gidiş bir başka. Televizyon kanalına varıyorsun, kapıda herkes seni ayakta karşılıyor. “Hoş geldiniz hocam!”lar, “İyi ki geldiniz efendim!”ler… Bir yandan kahve geliyor, bir yandan kurabiye. Sanki Grammy törenine davet edilmiş gibisin.

Program başlıyor. Sunucu, “Siz müziğin duygulara tercümanı gibisiniz” deyince, yüzün istemsiz gülümsüyor ama içinde “Bu biraz fazla değil mi ya?” hissi de dolanıyor. Gitarı eline alıyorsun, fonda tınılar, önde edebiyat dünyasından ağır bir konuk. Sohbet koyulaşıyor. Binlerce kişi ekran başında; kimisi çayını yudumluyor, kimisi “Aaa ben bu adamı tanıyorum” diyerek ekranın sesini açıyor.

Ve final… Alkışlar, teşekkürler, sosyal medyada birkaç story… Araç yine kapıda, seni özenle evine bırakıyor. Kapıyı açıyorsun ve...

BAM!

Gerçeklik suratına tokat gibi çarpıyor.

Evin salonu savaş alanı gibi. Eşin temizlik modunda; elinde bez, alnında ter. “Sen geldin mi? O zaman şu koltuğun altını bir süpür de, belim koptu,” diyor. O havalı takım elbise bir anda temizlik önlüğüne dönüşüyor. Gitar bir kenarda, elde elektrik süpürgesi. Az önce canlı yayında halkı mest eden sen, şimdi halının köşesinde toz kovalıyorsun.

Hayat işte… Birgün prime-time'da, ertesi gün priz dibinde!

-Şöhret geçici, toz kalıcı. Özellikle koltuğun altındaki…

Şöhret bir rüyaysa, Dyson bir kabus,

Işıklar altından geldim, döndüm evin abuk sabuk tozuna.

Stüdyoda alkış, evde temizlik telaşı,

Parfüm kokusu gitti, yerini çamaşır suyuna bıraktı başa başa.