“Kara tenli insanlar görünmezliğe çok yakın. Sırtı yükten yara olmuş bir eşeğe herkes acır ama sırtında odun taşıyan kadını ancak tesadüfen fark ediyor insan” diyor George Orwell, Yoksullar Evi eserinde.

Yoksulluğu yazmak istedim,  ama daha çok yoksulluğun en büyük yükünü omuzlarında taşıyan babaları ve elde olanı devşirme sanatı ustası olan kadınları.

Olmuyor. Eksik kalıyor cümleler hatta sözcükler utanıyor, harfler kan damlası gibi dökülüyor yine de anlatamıyor yoksulu ve yoksulluğun o devasa çaresizliğini.

Zaten seslense ne olacak ki, kimse duymuyor, sesi de duyulmuyor. Bir tek ahı kalıyor yanında, onunla birlikte alıp başını gidiyor. 

Onlar, yüzler, binler içinde olsa bile ne fark eder, o yine yalnızdır.

Kalbi eğilmeye görsün insanın, artık mekânı dağlar, uçurumlar, ıssız yarlardır.

Çünkü; Ağırdır insanın kalbinin ezilmesi. Eğilmesi o kalbin ağırdır. Bu, milyonların içinde koca bir yalnızlıktır.

Anlaşılmayı beklemekse onlar için hatadır. Anlamaz onları kimse. Anlar gibi yaparlar, varsa üzerlerinden konuşulacak bir intihar haberi konuşurlar, ama anlamazlar. 

Orwell’in dediği gibi “Gerçeği göremeyecek kadar uygarlaştık.”

Orangutan dünyada ilk kez şifalı bitki kullanarak yarayı tedavi ederken gözlemlendi Orangutan dünyada ilk kez şifalı bitki kullanarak yarayı tedavi ederken gözlemlendi

Yoksulun konuşulan tek şeyi hikâyesidir. O da ancak ölünce, herkes hikâyeye üşüşür.

Oysa gerçek suçlular sistemlerdir. Bugün sana dokunmuyor diye sustuğun ne varsa, kimse kalmadığında döner sana da dokunur.

İşte o gün sen de bir yoksula dönersin. Görülmeyen, duyulmayan, anlaşılmayan. Bir yoksul ki, hikâyen ancak ölünce konuşulan.

Yoksulun; gururu ve dürüstlüğü bir abide olarak dursa da hayatta, bazen de haysiyetle utanç arasında sıkışır kalır. 

Tıpkı; Krikor Zohrab'ın "Boyun Borcu" öyküsündeki Husep Ağa karakteri gibi.

Gitgide değişen dünyada iki kızına bakamaz hale düşen, sonunda evine gidemez, gitmek istemez olan, yıllarca işi için kullandığı çantasına bu sefer bir taş koyup, denize atlayarak intihar eden Husep Ağa gibi…

Özellikle son 8 yılda; Utançla haysiyet arasında binlerce insan yenildiğini ilan etti. 

Hani, evlatları ısınsın diye saç kurutma makinasıyla ısıtıp, sonra ölüme yürüyen anne gibi.

Egemenlerin hukukunda; haksızca üzerine atılı suçu bir türlü aklayamayacağını anlayıp, intihar edenler gibi.

Hepsi bir bir unutulup gitti.

Hani; Döneminin önde gelen edebiyatçı, hukukçu ve siyasetçilerinden biri olan Krikor Zohrab’ın kaleme aldığı, “Gyankı inçbes vor e”(Hayat Olduğu Gibi) eserindeki, Husep Ağa gibi…

Eğer; hemen şimdi, heybetli bir itiraz, güçlü bir tepkiyi yükseltmez, bu çarpık gidişata dur demezsen; Seni, beni, herkesi; hikayesi konuşulup tüketildikten sonra unutulacak birer yoksul edecek, bu sistem.

Editör: Ömür Ünver