Geçen gün başrolünde Nicolas Cage‘in oynadığı “Pig” (Domuz) filmini izledim. Küçük kulübesinde inzivaya çekilmiş yetişkin bir adamın hikâyesini konu alan film; ormanın derinliklerinde, toplumdan izole bir halde yaşarken, bir gece domuzunun çalınmasıyla yavaş yavaş öyküsünü ele veren, hayatın anlamı, başarı, en önemlisi kayıpla yüzleşme üzerine bir çalışma. Kahramanımızın domuzu ile arasındaki arkadaşlık, derinden bağlılık ve ona verdiği değer, dostunu aramaya çıktığında yolda daha da anlam kazanırken, bu yolculukta Rob, Portland'da bıraktığı geçmişiyle yeniden karşılaşmak ve yüzleşmek zorunda kalıyor… Kahramanımızın geçmişi toplum kriterlerine göre başarılı kabul edilen bir hayattır. Sevdiği kadını, evini kaybettikten sonra ismiyle birlikte saygınlığını elde ettiği her şeyi geride bırakan, yalnızca önemli gördüğü şeylerden ibaret bir hayata sil baştan başlayan Rob için artık elinde kalan en değerli şey dostu domuzdur. Görüştüğü tek kişi olan Amir domuzun neden bu kadar değerli olduğunu sorguladığında; Rob: “Hayatta gerçekten önem verebileceğimiz çok şeyimiz yok” diye karşılık verir… Arayışla geçen yol, onu onbeş sene izole olmadan önce şefi olduğu restorana götürür. Artık şef, her zaman bir pub açma hayali olan Derek’tir. Ve domuzunu bulabilmek için Derek’in yardımına ihtiyacı vardır. Ama Derek, başarıdan, müşterilerinin ona ve pişirdiklerine bayıldığından, bunun heyecan verici olduğundan bahsettiğinde, bunları aşmış olan Rob, dingin bir bilgelikle Derik’i gerçekle yüzleştirerek sarsar... Tek hayalinin pub açmak olduğunu bildiği Derek’e, inanmadığı bir şey için yaptıklarının büyük başarı olmadığını mutluluğun bu olmadığını şu sözlerle anlatır: “Bunlar gerçek değil. Hiçbiri. Eleştirmenler gerçek değil. Müşteriler gerçek değil. Çünkü bu şey gerçek değil. Sen de gerçek değilsin. Bu insanları neden önemsiyorsun. Onlar seni önemsemiyor, hem de hiçbiri. Hatta seni tanımıyorlar bile. Çünkü kendini onlara göstermedin. Her gün yataktan kalkıyorsun ve senden geriye çok azı kalıyor. Hayatını onlar için yaşıyorsun. Üstelik seni anlamıyorlar bile. Sen kendini bile anlamıyorsun. Gerçekten ilgilendiğimiz birçok şeye sahip olamayız. “ Kamera; gastronominin arka planına çevrildiğinde, yemek sektöründeki “başarı” bir başka boyutuyla ele alınırken, hırsların gölgesinde, elimizdeki en değerli şeylere gerekli önemi gerektiği zamanda veremediğimiz ve onları kaybettikten sonra anladığımız ekrana yansıyor. Her şeye aynı anda birden sahip olmaya çalışmak, sahip olduklarını da kaybetmeye yol açıyor... Sonunda domuzun öldüğünü duyduğunda, karısının öldüğü gerçeğiyle yüzleşmemek için sığındığı izole yaşamının da bir gün gerçekle yüzleşmesine engel olamadığını, kaçmanın çözüm olmadığını yüzleşerek anlıyor… Bu düzende, bu akıl anlayışıyla hepimiz birer kaçak değil miyiz kendi içimizin inzivasında?  Hepimiz kaçmıyor muyuz kendi gerçeklerimizle vuruşmaktan? Sahip olduğumuz evleri, arabaları modern dünyanın tüm nimetlerini başarı sanıp, hep başkaları için yaşamayı mutluluk saymıyor muyuz?  İçimizde bir yerlerde, örterek gerçeğin üstünü, yanılgılarımızı gitgide büyütmüyor muyuz?   Ve yalnız başımıza kalmıyor muyuz bunca hengameden sonra?  Sahi, hangimiz gerçekte bu başarı anlayışına teslim olmuyoruz ? Geçici her şey, öfkemiz, bu hırs, bu intikam duyguları, başarıya odaklanarak başkalarını mutlu etmeye çalıştığımız her şey geçici... Kendimizi inandırdığımız, tatlı bir sanrı içinde yaşadıklarımız aslında yok. Biz kaçınsak da gerçek bizi bulduğunda anlıyoruz derin yalnızlığımızı. Yüzleşmeli insan; acılarıyla, korkularıyla. Kişisel devinimdir bu… Sonra toplumca yüzleşmeli geçmişle, ancak o zaman gerçek bir toplumsal yenilenme, ancak o zaman içinde insanı yutan bu düzenden çıkabilmek mümkün... Ve ancak o zaman gerçek bir sevgi mümkün... Unutmayın her yüzleşme kendine yeniden dönmektir... Biz kendimize dönersek, yüzleşirsek, toplum olarak dönmeyi de başaracağız. Yeniden sevgi odaklı yaşamayı da… Sevgiye uzatın  elinizi... Çünkü hırs; seni de beni de yakar... Çünkü hırs; toplumları da yıkar...     
Editör: Ömür Ünver