[caption id="attachment_96115" align="alignnone" width="328"] Araştırmacı, yazar, E.Tümgeneral Bahtiyar Türker[/caption] General olduğum yıl Aşkale’deki Zırhlı Tugay komutanlığına atandım.  Böylece 3’üncü Ordu Komutanlığı’nda en uzun süre -3 yıl Ardahan, 5 yıl Trabzon, 2 yıl Aşkale olmak üzere toplam 10 yıl- hizmette bulunan kurmay subaylardan biri unvanını da almış oldum. Bu görevim sırasında Arhavili bir hemşerimizden bana hitaben yazılı mektubu getiren biri geldi. “Değerli Hemşerim, Sayın Generalim” diye başlayan mektupta şöyle devam ediyordu: “Bu mektubu size taktim eden, müebbet hapse mahkûm iken, Özal genel affından yararlanıp hapisten çıkan ve birliğimize tertip edilen askerinizdir. Kader kurbanı bu erinizi topluma kazandırmanız ve geçirmekte olduğu ağır travmadan kurtarmanız dileklerimle en içten sevgi ve saygılarımı sunarım.” Anılan erin yaşının emsallerinden ileride oluşunu ve bu özel durumunu dikkate alarak tugayın Destek Kıtaları Komutanlığı emrine tertip ettirdim. Komutanı olan Binbaşı iletişim, mizaç ve uyumu ile temayüz etmiş bir arkadaşımızdı. Ondan Er Çetin’i kazanmasını rica ettim. Emekli olduktan sonra, eylül aylarında baba toprağım Hopa’ya gitmeyi, aile evini açmayı, ‘ocağını şenlendirmeyi’ adet haline getirdim. Aradan yaklaşık 20 yıl geçmişti. Hukuk Fakültesinde okurken öğrenime bir yıl ara verip benim okuduğum Yavuz Selim İlkokulunda yedek öğretmenlik yapan hocam -emekli Danıştay üyesi- Ülkümen Osmanağaoğlu ile eski günleri yad etmek üzere oturduğumuz yere biri geldi. “Komutanım, elinizi öpebilir miyim” deyip bir taraftan elimi öpmeye çalışırken, diğer taraftan konuşmaya devam ediyordu: “Ben sizin Aşkale’den askerinizim. Siz beni hayata döndürdünüz. Sayenizde yeniden yaşama bağlandım…” Sonraki yıllarda Hopa’ya gidişlerimde benzer sahneler yaşandı; kâh Batum’da, kâh Hopa’da şükranlarını belirtip, vefanın müstesna örneğini göstermeye çalıştı yolumuzun kesiştiği birçok kişi. Meslek yaşamımda her garnizonda -Çetin benzeri- vefakârlıkları insanın gözlerini yaşartacak düzeyde askerlerim, meslektaşlarım oldu. Madem Aşkale’den Er Çetin ile başladık oradan ayılırken konuyla ilgili unutmadığım bir anıyla devam edeyim. Aşkale’deki görevimi tamamladım, Ankara’ya dönmek üzere vedalaştık. Erzurum Havalimanı'na geldik. Bir kalabalık, herhalde devlet büyüklerinden biri karşılanıyor/uğurlanıyor diye aklımdan geçirirken, kalabalık arasından fırlayan ve elinde bir demet çiçek olan kadın boynuma sarıldı. “Affedersiniz tanıyamadım sizi” dedim. “Evet ilk kez karşılaşıyoruz Paşam. Ben Bayburt’tan geliyorum. S.A Yüzbaşının annesiyim. Kendi nöbetçi olduğu için gelemedi, beni gönderdi. Paşam Allah sizden razı olsun. Eğer siz olmasaydınız oğlum ya hapiste ya da mezarda olurdu” dedi. Başlı başına ayrı bir macera, romanı konusu olur. Bunlar, benim bir amir, emrimdekilerin başöğretmeni, onları gerçek ana babalarına daha sağlıklı ve daha bilinçli teslim etmeyi görev telakki eden biri olarak yaptıklarıma birkaç örnektir. Ters tepecek, beklenmedik olaylarla karşılaşıp istikbalimi riske atacak durumlar da olmuştur. Ancak riskleri göze almadan başarı elde edilemeyeceğine inandım ve bu doğrultuda hareket ettim. Terfi sırasında olmama rağmen, büyük denetleme süresinde eşini GATA’da tedaviye götürecek kritik görevdeki bölük komutanıma izin verdim. Başka bir göreve atanmış olmama rağmen bir yıl sonra eşi hamile kalınca babasından önce beni arayıp müjde verdi, en büyük karşılığı almış oldum. Karşılıksız iyilik, risk ve özveri! * Her komutanın en başta gelen görevlerinden biri, birliğini her an muharebeye hazır halde bulundurmaktır. Bunu sağlayabilmek için ana faaliyetleri olan eğitim, atış ve bakım konularında verilen standartları aşmak zorundadır. Bu husus sıralı komutanlar ve her kademede uzmanlardan oluşan heyetler tarafından denetlenir. Ayrıca metal yorgunluğunu ve bakıp da görmeme körlüğünü önlemek için 2-3 yılda bir komutanlar değiştirilir. Böylece hizmette devamlılık ve mütekâmiliyetle dinamizm sağlanmış olur. Ordu; insan gücü, harp silah ve araçları ile doktrinden oluşmaktadır. Bu üçlünün başında insan, en başta da lider gelmektedir. “Harplerin esas unsuru insandır”. Silahlı Kuvvetlerde insanın önemi ana faaliyet sıralamasında personelin bir numarayla temsilinden anlaşılmaktadır. Ana faaliyetler; personel, istihbarat, harekât, lojistik ve diğerleri şeklinde sıralanır. Karargâhını seviyesine göre, tabur, alay karargâhlarında S1, S2, S3, S4; üst karargâhlarda G1/ J1 olarak isimlendirilir. Personel (S-1, G-1, J-1) birinci sıradadır. Bir evrakı arz etmek için Genelkurmay Lojistik Başkanı makamına gittim. Önceki yıllarda personel başkanlıklarında değerli hizmetleri olan büyüğümüz,  “Ne haber personelci?” deyip, hal hatır sordu. O tarihte aynı karargâhta binbaşı rütbesinde Personel Başkanlığında plan tatbikat proje subayıydım. “Sağ olun Komutanım. Eski bir personelci olmanıza rağmen varsa yoksa lojistik” diyormuşsunuz.” “Lojistikçileri motive etmek için söylüyorum. Buradan kırk tankı Sarıkamış’a gönder kimsenin ruhu duymaz. Ancak en küçük rütbeden birini vakitsiz gönder ses gelir. Malzeme ağlamaz, personel ağlar” diye izah etti. Komutanımızın personelin önemini belirten bu örneği bende derin izler bırakmıştı. Sonraki yıllarda 10 yılı aşkın süre, büyük karargâhların personel başkanlıklarında plancı, yönetimci, atamacı olarak çalıştım. İnancımıza göre “kul hakkı” yemenin en büyük günah sayılmasıyla bağdaşık olan bu özdeyişi ilke edindim. Çıkardığı ikinci görev de motivasyondu. Alay komutanlığımdan sonra bir yıl süreyle Kara Kuvvetleri Karargâhında Lojistik Plan Şube Müdürlüğü görevinde bulundum. Ben de lojistikçileri motive etmeliyim deyip, “İstihbarat faraziye, Harekât nazariye, Lojistik riyaziyedir” sloganını çalışma odama astım. Eski Personel Başkanım Korgeneral A. B bu sloganı görünce, “Ne çabuk lojistikçi olmuşsun. Personel nerede?” diye sordu. “Komutanım, personel bu kategorinin en üstündedir. Hiç bunlarla mukayese edilir mi?” cevabını verdim. Silahlı Kuvvetlerde insan gücü; subay, astsubay, sivil memur, işçi, uzman erbaş, erbaş ve erden oluşur. Erbaş ve erlerin silahaltına alınmasında, bilgi görgülerini arttırmak için köyünden hiç çıkmamış Doğu Anadolulu bir eri, batıdaki bir garnizona veya tersi batıdan doğuya celp esası uygulanır. Silahaltına alındıktan sonra, cahil ve meslek sahibi olmayan erlere Türkçe, okuma-yazma öğretme, bir meslek sahibi yapma programları uygulanır. Sağlık sorunu olup da imkânsızlıklar nedeniyle tedavi olamayan erlerin tedavi edilmesi de bu çalışmalara paralel yürütülür. “Askerlik hayatını öyle bir okul haline koymalıdır ki, hem vatanı savunabilecek derecede askerlik sanatını öğrensin hem de memleketine döndüğü zaman bütün köy halkı ve kendi hayatı için faydalı olabilecek şeyleri öğrensin.” (Atatürk’ün 1923 Eskişehir-İzmit Konuşmaları, İzmit, Arı İnan, 1982) * Subay, yalnızca askere savaş vasıtalarını öğreten ve ona harpteki vazifesini gösteren bir insan değildir. O, insani ve milli hisleri de işler ve gereğinde düşman karşısında silah kadar tehlikeli bir duruma getirir. “Dünyada en tehlikeli silah, ölümü göze alan insandır” denir. “Askerimiz kışlaya işlenecek bir ham madde olarak gelir. Kışladan geldiğinden çok farklı bir durumda ayrılır. Kazanmış, yükselmiş, kuvvetlenmiş olarak evine döner. Kışla bizde sadece harp öğretim yeri değil, aynı zamanda bir kültür ocağı, sanat okuludur ve böyle olmakla da memlekete yaptığı hizmet ölçülemeyecek kadar büyüktür.” (Atatürk’ten Düşünceler, E. Ziya Karal 1981) Bataryamıza yeni gelen erleri künye defterine kaydederken “tahsilin” sorusuna erlerin yaklaşık yüzde 10’nun verdiği cevap  “Ali Okulu mezunuyum” idi. Söz konusu okulda bütün örnekler, fişler “Ali koş, Ali oku vb” olduğundan erler bu okulun adını “Ali Okulu” olarak koymuştu. Onların bilgi, görgüsünü arttıran, aile ve yurt sevgisini aşılayan, okuma yazma öğreten, sağlıklarına kavuşturan asker ocağının kutsal sayılması bundandır. Asker ocağının “Peygamber Ocağı” olarak nitelendirilmesinin önemli nedenlerinden biri de budur. İlk göz ağrım Uzunköprü Topçu Taburunda, saklı (nüfusa kayıtlı olmayan) olduğu için geç yaşta askere alınan Hakkârili A.Y doğrudan birliğimize tertip edilmişti. Türkçe ve okuma yazma öğrenmesi için Taret Komutanı B. Çavuşu görevlendirmiştim. Çavuş -hatırladığım kadarıyla ortaokul terkti- babası yaşındaki A.Y’e kısa sürede hem Türkçeyi hem de okuma yazmayı öğretmişti. Bir öğlen paydosunda yanıma geldiler. Çavuş, “Verdiğiniz görevi yerine getirdim komutanım. Abdullah kızına mektup yazdı, müsaade ederseniz mektubu size okumak istiyor” dedi. A.Y. kızına yazdığı mektubu okurken sevinç gözyaşları hâkim olamamıştı. Bunları yazarken aynen o an olduğu gibi boğazım düğümleniyor. Onun yaşadığı sevinç ve heyecanını hiç unutmadım. Çavuşumun çok emeği geçmişti. A.Y bir süre sonra başarıları nedeniyle ve çavuşumun teklifi üzerine onbaşılığa naspedildi. Öncelikle ana görevlerimizi yerine getirmiş olmalıyım ki, kıdem sıra kitabında bir önceki devrenin de önüne geçerek, general olana kadar hep başta oldum. Bana emanet edilen askerlerimin moral ve motivasyonunu yükseltmek için bilhassa sağlık, yemek ve okuma yazma öğretme, değerleri kazanma konularına ağırlık verdim. Kıbrıs’ta tümen komutanı olduğum dönemde bir gün devre arkadaşım H. G. Paşa aradı: “Bir akrabam Tümeniniz Destek kıtalarında askerdir. Geçen annesini aramış yemekler konusunda serzenişte bulunmuş.” “Değerli Paşam, kusursuz Allah’tır. Elbette ki kusurlarımız, eksiklerimiz olabilir ama yemek ve sağlık konusunda tevazu gösteremeyeceğim” dedim. “Dur dur sözümü bitireyim” deyip devam etti: “Annesine, ‘sen iyi yemek yaptığını söylerdin, gel buraya da yemek nasıl yapılırmış gör’ demiş”. “Tamam şimdi oldu. Sağlık konusunu da ben ilave edeyim; bilirsin Kıbrıs’a yeni gelen Tatarcık Hummasına yakalanır, 2-3 gün 40 derece ateş nöbetleriyle kıvranırdı. Erler ‘Tavuk Hastalığı’ adını koymuşlardı. Onun da kökünü kuruttuk.” Bu yazıyı yazmaktaki amacım, unuttuğumuz değerleri hatırlatmak, liderlik nedir ne değildir birkaç örnekle izah etmektir. Kışın ortasında evinden yurdundan ve de canından olan Ukraynalıları gördükçe savaşa neden olanlara, göz yumanlara o garibanların sırtından geçinenlere her insan gibi söylenmesi gerekenleri söylüyorum. Ve diyorum ki şu üç korkuyu unutmayın; Allah korkusu, kanun korkusu, içtimai baskı korkusu. Ve şu sözlerle yazımı noktalıyorum; Unutmayın ki satrançtan sonra şah da vezir de piyon da aynı kutuya konur.