Ateşten zehrini tattım bu okun.
Bir anda kül etti can elmasımı.
Sanki burnum, değdi burnuna “yok”un,
Kustum, öz ağzımdan kafatasımı.
Bir bardak su gibi çalkandı dünya;
Söndü istikamet, yıkıldı boşluk.
Al sana hakikat, al sana rüya!
İşte akıllılık, işte sarhoşluk!
Bu nasıl bir dünya hikâyesi zor;
Mekânı bir satıh, zamanı vehim.
Bütün bir kâinat muşamba dekor,
Bütün bir insanlık yalana teslim
Türk edebiyatının en ünlü isimlerinden biri olan Necip Fazıl Kısakürek, hak ve hakikati arama yolundaki çektiği ıstırabı Çile şiiri ile dile getirirken sadece kendisine tercüman olmuyor, birçok insanın da duygularını dile getiriyor.
Bu şiiri her okuyuşumda şiir Necip Fazıl Kısakürek’ten başka kime yakışırdı diye düşünmüşümdür çoğu zaman. Bugünkü köşe yazısını yazmaya başladığımda ise kime yakışacağını da bulmuş oldum.
Bu şiirin dışında onu nasıl anlatacağımı bilemedim. Felsefe tarihinin en verimli filozoflarından biri olan Danimarkalı büyük filozof Soren Kierkegaard başka nasıl anlatılır.
Birçoğumuz, Sokrates, Platon, Aristoteles, Hegel, Nietzsche vb. gibi filozofların görüşlerini az çok bilir, birçok yerde karşılaşırız. Belki de bundan dolayı onların görüşleri bizim ruhsal dünyamızda bir fırtına oluşturmayabilir, kişilik yapımızı çok fazla değiştirmeyebilir.
Kierkegaard'ı diğer filozoflardan ayıran özellik ise burada yatıyor desek yanlış olmaz sanırım. Kierkegaard anlaşılması kolay olmamakla birlikte, kavrandığında insan üzerinde çok daha derin etki ediyor. Varoluşçu düşüncenin babası olarak görülüyor ama onun için aslında bundan çok daha fazlası demek yanlış olmaz.
Hayatını adeta kendi varoluşunu bulmak için adamış birisi olan Kierkegaard, nasıl yaşayacağı ve nasıl insan olacağıyla ilgili kaçınılmaz sorularla çok çetin mücadeleye girmiş. Kitaplarını okurken ruhundaki acıları, hakikati arayış çabalarını an ve an hissedebiliyorsunuz.
Onu okudukça yapaylıktan uzak çok samimi bir şekilde doğru bir hayat yaşamanın ne anlama geldiği sorusuyla gerçekten ilgilendiğini kavrıyorsunuz. Onun yaşamı, felsefenin akademik bir çaba olmadığının, esas olanın uğrunda yaşanılacak ve ölünecek fikri bulmak olduğunun, canlı bir göstergesidir desek yeri vardır.
İnsanın her zaman olma sürecinde bir serüven yaşadığına odaklanan Kierkegaard, felsefesine “O halde olduğumuz benliğimiz her zaman değişiyorsa, kendimize karşı dürüst olmak ne anlama gelir? sorusu ile başlıyor.
Bunu yaparken Kilisenin dünyaperestliği ile Hegel metafiziğinin verimsizliğine acımasızca saldırarak hücum ediyor. Felsefi düşüncesini ortaya koyarken Hegel eleştirisi yapıyor, din ile ilgili görüşlerini ortaya koyarken de Hegel ve Kilise eleştirisi yaparak kılıcını her iki yöne sallayan bir savaşçı gibi hakikatin önündeki engelleri kaldırmaya uğraşıyor.
Kendi adıma söyleyeyim felsefesinin mihenk taşlarını döşediği Korku ve Titreme’yi okuduğumda gerçekten içinde yaşadığı büyük işkencelerin acısını hisseden ve hissettiren eşsiz bir insan ile karşılaşacağımı ummuyordum. Belagat gücünün etkileyiciliği karşısında tek kelimeyle donup kalıyorsunuz. Nesnel bakışın, aklın ve düşüncenin sorunları içinde boğulan zihne herkese hakkını veren öyle bir ip uzatıyor ki insanı alıp götürüyor.
Hegel’in din anlayışının rasyonalizm karşısında çok fazla taviz verdiğini düşünen Kierkegaard akıl ve mantığı kullanarak dini inançlar da dahil her şeyi tek bir rasyonel sistem içerisinde açıklayabileceğini düşünenlere karşı imanı Hz. İbrahim üzerinden bakın nasıl savunuyor.
“İbrahim yücelik unvanının tescilli haklarını elde ettiği için mi, yaptığı her şey yücedir? Ve başka herkes aynısını yaptığında bu bir günah mıdır? Acı bir günah?
Eğer öyleyse böylesine akılsızca bir övgüde rol almak istemiyorum. Eğer iman kişinin kendi oğlunu öldürmesini kutsal bir eyleme dönüştürmüyorsa, o zaman İbrahim'e de herkes gibi ceza verilsin.
Eğer kişi bu düşünceyi ayrıntılı olarak düşünme, İbrahim'in bir katil olduğunu söyleme cesaretine sahip değilse, o zaman onu övmek için hak edilmemiş konuşmalar yapmak için zaman harcamak yerine o cesareti kazanmak kesinlikle daha iyidir.
İbrahim'in yaptığının etik ifadesi; onun İshak'ı öldürmek için istekli olduğudur. Dinsel ifadesi ise İshak'ı feda etmeye istekli olduğudur. Ancak bu çelişkide yatan büyük ıstırap, aslında kişiyi uykusuz bırakacak kadar şiddetlidir. Bu ıstırap olmadan İbrahim, şu anda olduğu konumda olamazdı.”
Aklın her şeyi rasyonel olarak tek bir şekilde kuşatmasını imanı savunarak engelleyen, iman sahiplerini de hiç ummayacakları yerden vuran Kierkegaard, sahte iman sahibi ile gerçek iman sahibi ayırarak acımasız eleştirilerde bulunuyor.
Sonsuz teslimiyetin şövalyeleri olarak tanımladığı mumla aradığı gerçek iman sahiplerini de “Şu dünyada gerçekten yalnız duran, yalnızca kendi vicdanından tavsiye alan kişi; işte o adam bir kahramandır.”‘ diyerek onurlandırıyor.
Şimdi adını hatırlayamadığım Psikiyatri Profesörünün konferansını izliyordum, şöyle diyordu; Kierkegaard’ı okuduğumda insanın babasına duyduğu minnet duygusu gibi bir duygu hissettim. Artık her şey gözlerimin önünde açık beyandı”
Gerçekten de hak vermemek elde değil. Kierkegaard ve felsefesi hakkında ciltler dolusu eserler yazılmış olmasına rağmen hala tam olarak anlaşıldığı kanaatinde değilim. Anlaşılsaydı belki insanlık şu an başka bir noktada olacaktı. Zannedersem Descartes diyordu, “Bütün iyi kitapları okumak, bu kitapların yazarı olmuş değerli insanlarla konuşmak gibidir” diye. Kendi yaşamımızın sorumluluğundan uzaklaştığımız şu zaman diliminde Kierkegaard ile konuşmaya ihtiyacımız var diye düşünüyorum. Okurken birçok yerde kitabı bırakıp alkışlamak isteyeceğinizden eminim.