
“O sopa sallayan adama niye para veriyoruz”
Muhsin Ertuğrul’un ardından siz de istifa ediyorsunuz Şehir Tiyatroları’ndan. Muhsin Ertuğrul bize “Siz istifa etmeyin. Ben giderim, gelirim… Kaç defa istifa ettim” dedi. İstifasının sebebi de şu: Dram kısmındayız biz. AKM’nin temeli atılmış. Aydın Gün, Azra Gün var; operacılar. Haftada iki kere opera oynanırdı Dram’da. Yani başlangıcı olsun, çocuklar yetişsin ki AKM’ye opera kuracak eleman olsun. Bir de bir müdür geldi mezbahadan. Ondan önceki müdürler biraz daha iyiydi. İhaleyle kereste gibi oyuncu alıyorlar şimdi. O zaman öyle değildi. Taşerondu sadece, bize karışmazdı. Bir Sanat Direktörü, bir de İdari Müdür vardı. Şimdi ikisini birleştirdiler. Anlıyor musun niye kereste olduk biz? Niye ihalelik olduk? Bu yeni müdür, Muhsin Hoca’ya diyor ki: “O büyük davulu çalan adam var ya, niye öyle canı istediği zaman çalıyor, istemediği zaman çalmıyor?” Muhsin Hoca’nın cevabı: “Ben izin verdim.” Tiyatro için sabrediyor adam. Müdür yine geliyor. “Biz niye o sopa sallayan adama o kadar para veriyoruz” diyor. Şef için söylüyor bunu. E istifa etmez misin? Etti. Sen de o tiyatroda kalır mısın artık o müdürle? Mücap Ofluoğlu, Şirin Devrim, Tunç Yalman, hepimiz istifa ettik. Neyse, Muhsin Hoca bekledi biz ne yapacağız diye. İşte o sıra Haldun Taner ile konuştular, LCC kurulmak üzere. Beklan da “varım, tamam” dedi. Macit Koper LCC için “biz burada sanatçı insan değil, insan sanatçı sentezine vardık” diyor. Bilsak’ta da o lafı söyledi. “Oyuncu, insan-oyuncudur” dedi. Onun için de ben, insan bilimlerini araştırmaya mecbur kaldım. Acaba seyircinin beyni nasıl çalışır? Barba’nın seminerleri oyuncu antropolojisi üzerineydi. Oyun, devinim içindeki insanı ele alıyordu. Oyuncu yere yatıp yerde makyajını yapmaya başlıyor. Ruhen hazır. Makyajını biraz yapıyor, sonra o ruhla kalkıyor artık. Ondan sonra kendisi tamamlıyor makyajını. Çünkü her çizgisini biliyor. Mahmut Moralı oynamam için tutturunca çok genç yaşta “Fizikçiler”i oynadım. Beklan istemiyordu, sonra peki dedi. Sen annenin pardösüsünü giy, -işte kambur koyacağım sırtıma- vur kendini sokaklara... Derken Haldun Dormen’e rastlıyorum sokakta. Bakıyorlar bana, Ayla hasta mısın, neyin var diyorlar. Bütün o ilişkileri ben sokaktan öğrendim. “Sezuan’ın İyi İnsanı”nda da sokaktan öğrendim. Beklan bana “git kerhaneleri gez” diyor. Kız orospu çünkü. Kuledibi’nde bir kerhane var, en ucuzu. “Yalnız” dedim, “polisler filan gelmesin, gazeteciler de gelmesin. Babam duysa... ” Neyse tam çıkıyorum oradan... Gazeteciler! Sonra gazetelerde “Kerhaneci Ayla Algan... ” diye haberim çıktı. Halime bak. Babam onu görüyor. Gece eve geliyor. Beklan’a diyor ki “hadi bu tiyatro delisi, araştırma yapmak için kerhaneye gidiyor ama sen kocasısın, nasıl bırakıyorsun bunu?” Ben de gülüyorum, o yolladı beni diye. Neyse “Fizikçiler”i oynuyoruz. Baktım Muhsin Hoca, kapımın önünde bekliyor. Tam sahneye çıkacağım ki bana kamburunu, kolunu kullanma dedi. Haydaa… Ama ne kadar haklıymış. Bana o oyunumla, en iyi oyuncu ödülünü, İlhan İskender Armağanı’nı verdiler. Nejdet Mağfi, Zihni Rona, Mücap Ofluoğlu olmasa ben o kadar güzel oynayabilir miydim? O gözle bakıyorlar çünkü bana, oyun veriyorlar. En büyük şeyi öğrendim ben. Agâh Hün’den öğrendim. Mahmut Moralı’dan öğrendim. Dinlemeyi onlardan öğrendim. Dinlerken oyun oynuyorlardı. Öyle oyuncuydu onlar. Zeynep Oral’dan, Haldun Dormen’e, herkes ödülü kabul etmedim diye kızıyor bana. Piyasadaki bütün gazetelerde ben varım. N’aparsın? Birden kendini korumaya çalışıyorsun. “Ya” diyorum, “o postal medeniyetinde bile kupayı gol atana vermezler ki; takıma verirler”. Bu sefer futbolcuları karşıma alıyorum. Böyle karıştı ortalık. İşte o günden sonra bugünkü haline getirdiler ödülleri. Şimdi her branşa veriyorlar. Görüyor musun bir yolu varmış bu işin? Tiyatro kolektif çünkü. Bir de Almanya’da İşçi Tiyatrosu maceranız var. “Giden Tez Geri Dönmez” diyorsunuz ama dönüyorsunuz. O sırada Muhsin Hoca tiyatroya dönüyor; ben dönmüyorum. 79’a kadar Fransa’daydım, şarkı söylüyorum o dönem. Beklan da Almanya’da. Orada çalışanlarımızın problemlerini öğrenip tekst yazdı. Bir “Ayşe” vardı. Saçları bizim kültürümüzü taşıyordu. Hititler, Frigyalılar ne simge koyabilirsek artık. Aynı fikirleri Peter Stein aldı ve “Faust”u koydu. Oyunu fabrikada yapacağız. Tuncel Kurtiz, ben, Şener Şen, Ergüder Yoldaş, Meray Ülgen falan var grupta. Sonra “Kurban”ı koydu Beklan, asansörlerle falan. Kibele’den başladı “Kurban”da. Yani kadının anaerkil toplumundan başladı... Ondan sonra “Keşanlı Ali Destanı” geldi. Paraları kalmadı artık. Zaten bizim de paramız kalmamıştı. Ben senatöre gittim. “Mösyö” dedim “nece konuşalım? Ben Almanca bilmiyorum; isterseniz Fransızca, isterseniz İngilizce konuşalım.” Dil bilmeme şaşırıyor. Unutuyor ki ben sanatçıyım, işçi zannediyor beni. “Bakın madam” diyor, “sizin işçiniz bara gider, oradan da evine gider ama tiyatroya gitmez.” “Siz” dedim “bizim çocukluğumuzda siyah, lacivert Mercedes’ler yapıyordunuz. Niye şimdi başka renklerde yapıyorsunuz?” “Ne ilgisi var?” dedi. “Onları bizim işçilere satıyorsunuz. Her dönen buradan bir tane alıp evine öyle gidiyor” dedim. Neyse o gece de “Keşanlı Ali Destanı” var. Gazeteciler işçilere, “senato para vermiyor ne olacak tiyatronuz” diye sordu. Biri kalktı, “vermesin ya, biz burada kaçağını da sayarsak 250 bin kişiyiz. Her birimiz 100 Mark verir, yine yaşatırız sanatçılarımızı” dedi. Sonra Toron Karacaoğlu gelince biz tiyatroyu ona emanet edip döndük. Beklan, Deneme Sahnesi’ni açtı. Halkevleri kapanıyordu. En son Bakırköy’de kalan bir halkevi vardı. Onu yaşatmak için İlhan Selçuk’la birlikte uğraştı. Orada “Hamlet 70”i koydu. Deneme Sahnesi’nde “Marat-Sade”ı koydu. “Cesaret Ana”yı koydu. “Bir Yaz Gecesi Rüyası”nı koydu. Ve istedi ki bütün rejisörler deneme yapsın orada. Sonra biliyorsunuz orayı da yıktılar. Hep kaderi öyle oldu Beklan’ın. Güçlü ama Beklan, yıkılıp yeniden dirilme gücü var. Muhsin Hoca dön deyince hep şartla geri dönüyor. Yok diyor, yeniden aynı şeyi koymak için dönmem. Yeni bir şey yapmak için gelirim. O Deneme Sahnesi, ondan sonra stadyum tiyatrosu, ondan sonra gecekondulara çocuk oyunları… Mesela o sırada çok güzel bir şey yaptı. Herkese çıplak bir bebek yolladı ve bunu kendi kültürünüze göre giydirin dedi. Göç yapan kadınları tanıma yöntemiydi bu. Oralarda Beklan’ı benden çok tanıyorlardı. O dönemlerde ben şarkıcıyım, bayağı ünlüydüm üstelik. O kadar çok oyuncu var ki elinizin değdiği... Biz epey kişi yetiştirmişiz. Hep modern tiyatro içinde yetişmişler; klasik tiyatroyla değil. Beklan, TAL’da bedava ders veriyor, toplantılar yapıyor. Oraya Yunanistan Üniversitesi geldi. Roma Experimental Tiyatrosu geldi. Amerika’dan, İsviçre’den geldiler. Bütün dünyadaki rejisörler, araştırma yapmak için geldiler. Beklan, ben bir deneme yapmak istiyorum: Dans Tiyatrosu gibi bir şey, dedi. Gencay (Gürün) Hanım bizi çok rahat bıraktı. Daha Kongre Sarayı yıkılmamıştı. Neyse orada araştırmalar yapıldı, edildi. “Gılgamış”, “Kassandra’nın Günlüğü” hepsi oradan, denemelerden çıktı. Bunu anlatamıyoruz. Macit bile “ya napıyorsunuz siz orada?” diyor. Ağladığımı bilirim! Şehir Tiyatrosu’ndaki rejisörler, benim çocuklarım, bize “ne yapıyorsunuz” diyorlar. TAL’ı bir gün kilitlediler, biz giremedik. En çok kim üzüldü biliyor musun? Beklan. “Ben” dedi, “Muharrem’e (Ergül) falan niye kızayım, oradaki çocuklara kızdım.” E kolay mı? Kendi çocukları. Orada kaç çocuk okutmuşsun... Macit Koper, Taner Barlas, Mehmet Çerezcioğlu, kimler kimler... Gıkları çıkmadı. Sonra işte anahtarla açtılar. Beklan girmedi bile. Cevat Çapan da. Öyle kızdı ki “seyretmemeye kadar gideceğim” dedi. Yaptığımızı anlayan olmadı hiç. Şimdi Muhsin Ertuğrul Sahnesi yıkılmasın diye maskla protesto ediyorlar. Orhan’a (Alkaya) dedim ki, “ben gelmiyorum. Ben konuştuğumu konuşuyorum zaten. Ama bu oyunu, TAL kapanırken yapacaktınız. Orası araştırma yeriydi, o maskları orada kullanacaktınız... ” Sanırım sahnede olmak, oynamak kadar öğretmeyi, göstermeyi sevdiniz. Beklan’da bir kere okul kurma sendromu var. Hep araştırmayla çıkacak yola, hep uzun vadeli şeyler… Deneme Sahnesi’nde “Adsız Oyun”da bir rol için belki on beş oyuncu değiştirdi. Oyuncu geliyor, anlamıyor, gidiyor. Bir de öyle bir şey ki modern tiyatroyu eski tiyatrocuyla yapamıyorsun. Tam zamanında geldiniz Beklan Bey, yeni bir proje üzerine çalıştığınızı duydum... (Beklan Bey bize o an katılıyor) 24 Nisan’da Baltacıoğlu’nun 30. ölüm yılı. Üniversiteler arası bir şenlik oluyor. Biz de şenliğin içinde bu fırsatı kaçırmayalım, oradan başlayalım, dedik. Ayla Hanım sizin okul kurma sendromunuzdan bahsediyordu. Tiyatro binası hikâyesi, estetik yönden önemlidir. Yoksa bina yaptın, eee? Zaten yaptığımız binalar biz çıktıktan sonra yok oluyor. Kalmıyor hiçbiri. Çünkü bizim yaptığımız tiyatro mimarisi için insanlar bunu kullanmıyor deyip başka işe sevk ediyorlar. Bakırköy Halkevleri’nde de yaptıkları bu. Onun estetik anlayışı önemlidir. Neden yapıyoruz? Yani ben mimar mıyım, müteahhit miyim ki para toplayıp bina yaptırayım, salon yaptırayım? Onu anlatmak gerek. Sebebi var... Gelelim günümüze. Tiyatronun nefes aldıran hareketlenmesine... Tabii tiyatro hiçbir zaman ölmez. İner, çıkar, öne geçer, geride kalır ama ölmez. Kime umut bağlanacak? Kurulu, ödenekli tiyatrolara değil. Geçimini muhakkak sağlaması gereken özel tiyatrolara da değil. Çünkü onların şartları müsait değil. Grubu var, onu besleyecek. Fakat çok yüksek sayıda yeni topluluk var. Tiyatro-dans-beden dili-sözü karıştırıp bir şeyler yapmaya çalışan bir sürü grup var. Hiç önemli değil. Yollarını bulacaklardır yıllar içinde. Oradan, çağdaş tiyatroya doğru bir yol çizileceği inancındayım. Ama onların da imkânları çok az tabii. Kendi başlarına grup kuruyorlar. Bir yer buluyorlar. Sonra o yer yok oluyor. Akşam tiyatro oynayabilmek için gündüz çalışıp para topluyorlar. Ama bu kaynayan kazan muhakkak bir şeylere yol açacaktır. Temelde yatan sorunsal bütün toplumumuzda öyle ama tiyatrodan bahsettiğim vakit, onun altını çizerek konuşmak gerek. Nedir düşünsel altyapı dediğimiz şey? Yani düşünsel platform yeterince olgun değil bizim toplumumuzda. O da gençlerin kabahati değil. Süregelen bir şey bu. Yani soru derin. Neden tiyatro yapıyorum? Evrensel boyutunu bir yana bırakalım. Tiyatronun hiç değilse toplumumuzda fonksiyonu ne olmalı? Ancak o fonksiyona dönük çalışmalara götürürken problemlere, altta yatan düşünsel suallere inerek yeni baştan kendi kültürümüzden gelen öğeleri alıp koyalım ki; dışarıdan aktarma bir şey olmasın. Baltacıoğlu’na sarılmamız da biraz bundan. Çağdaşlık meselesi. Mesela çağdaşlıktan ne anlıyoruz diye konuşmadan; günümüz tiyatrosunu nasıl yaparsın? Onun için bir konseptinizin olması lazım. Yoksa yaptığın her şeye çağdaş der, geçersin.
Editör: Ömür Ünver