Geçen gün, haber sitelerine düşen bir ayrıntıda takılı kaldım. Toplumsal hassasiyetler (!) gösterilerek, konser ve festivaller yasaklanırken seküler yaşam içindeki insanlar, sanat hedef alınırken Sakarya’da sokakta zikir çekildi.. Bu son derece tehlikeli. Zira, toplumsal hassasiyetler tek taraflı gözetilmeye başlanırsa karanlığın en derininde buluruz kendimizi, adeta bir “Mariana” çukurunda.. Bu görüntüler bana birden; yönetmenliğini Zülfü Livaneli’nin ve muhteşem detaylara imza atarak filmi göğüsleyen görüntü yönetmenliğini Jurgen Jurges’in yaptığı “SİS” fimini hatırlattı.. Film; 70’li yılların çalkantılı dönemlerinde riskli ve haksız kararlar vermemek için yargıçlıktan ayrılarak avukatlık yapmaya başlayan baba Ali Fırat’ı ve 78’de siyasal nedenlerden öldürülen oğlunun katil zanlısı olarak diğer oğlunun suçlanması üzerine, kaybettiği oğlunun acısını yüreğine gömerek hayatta kalan diğer oğlunu korumaya çalışmasını anlatılıyor… Bir kez daha anladım ki, hiç kimse, görmek istemeyenler kadar kör olamaz. Geçmişte olduğu gibi bugün de yasakların olumsuz etkilerinin bireyler üzerinde yarattığı çözülme ve tahribatın son derece ağır olacağı, sadece Türkiye’ye değil tüm dünyaya dair gerçekliktir. Ve bugün tekrar görüyoruz ki içinde bulunduğumuz karanlığın temelleri 80’le atılmış, 2000’ler sonrası hayat bulmuş. Çok renkli, çok dilli ve çok kimlikli bir coğrafyada tekliğin tahribatı kaçınılmazdı ve sonuç, karşımıza gitgide artan sertlikle yasaklar çıktı.. Bu yasaklar, içlerindeki geçitlerde sıkışan, burukluğa asılı kalan hatta kederi kanıksayan, umutsuzluğa mahkum olan insanlar yarattı.. Zaten, teklikle hayat süren coğrafyalarda istenen budur. Zira sadece kendi erkini düşünenler, toplum kodlarıyla oynar ve bir toplumsal çürüme başlatırlar. Onları besleyen de kendi elleriyle kurdukları bu sağlıksız sistemdir. Sistem öyle işler ki, bozulmuş kod; kırmızı, mavi, beyaz yaka demeden toplumun tüm kesitlerine sirayet eder.. Özellikle modern ve alaturka yaşam modeli arasında sıkışmış toplumlarda bu çürüme daha yoğundur… Çürüme ne midir? Hiç tanımadığınız biri tarafından Samuray kılıcıyla öldürülebiliyor, evladınız tarafından kafanız kesilebiliyor, bakıma muhtaç yaşlı bir kadının üzerine para atılarak alay edilebiliyor, kulübesinde kilit altında bir köpek, sırf birilerimizin canı istedi diye yakılabiliyor, istediği şarkı çalınmadı diye boynunuz kesilebiliyorsa bu çürümedir. Dehşet değil mi? Ama bu dehşetten daha dehşeti tüm bunların normalleşmesi… Ve erdem, vicdan, etik, empati gibi değerler yerin bin kat altına gömülürken, yalanın taht kurması besledi bu otokrat damarı… Sonuç olarak; ekonomik krizle zayıflayan değer yargılarıyla şiddete eğilimi yüksek, nefret dili ve öteki dilinden beslenen her türlü kötülüğü kendinde yapabilme hakkı gören garip bir modeller türedi.. Ülkede insanlığın en temel değerleri çürümeye, insanlık adeta “Mariana Çukuru’ gibi derin bir çukurda can çekişmeye başladı. Velhasıl; 70’ler “Sis” inden çıktığımız aydınlıktan, tekrar düştük karanlığa… Şüphesiz, bu çürümenin toplumun kodlarıyla oynayarak; saldırgan, bilim dışı bir yaşamı dayatanların ürünü olduğu açık. Fakat artık derin bir karanlıkta olduğumuzu görmek, kendine muhalif diyen ama halka inemeden sadece konuşan siyasilere, toplum sorunlarını üstlenen dinamiklere de, bir türlü farkına varamadıkları bir çukurda olduğumuzu göstermek zorundayız.. Ne mi yaparak? Susmak yerine konuşarak. Ümitsizce beklemek yerine haykırarak.. Zira; bir an önce bu çukurdan çıkamazsak sonumuz “SİS” filminde konu edilen dönemden daha da karanlık ve sancılı olacak..