“Kıvırcık saçlarına, kar düşmüş uçlarına…”
Uzun yıllardır dağlarda yürürüm. Her adımımda toprağın sesiyle konuşurum.
Yine bir pazar sabahıydı. Dağlar hafif bir sisle sarınmış, gökyüzü griye çalmıştı.
Ekip arkadaşlarımla yol alırken, aracımızın içinde kaptan radyoyu açtı.
Ve işte o an…
Radyodan yükselen türküyle birlikte zaman durdu.
Kalbimin en tenha köşesine bir sızı oturdu.
“Halilİbrahim…”
Bir türküden öte, yitik bir hayatın içli hikâyesi akmaya başladı notalarda.
------
(*)Halilİbrahim…
Fatsa’da açmıştı gözlerini hayata.
Bir çocuktu ilkin… Sonra genç bir delikanlı oldu farkına bile varmadan.
Temiz giyimliydi, saçına sakalına özenli…
Duruşu bıçkın,sözleri kibar; mahallelinin sevip saydığı biriydi.
Atalarından kalan mesleği, tamircilikle geçerdi günleri.
Evden işe, işten eve…
Ama belinden hiç ayırmadığı bir silah ıvardı.
Kimi gördü, kimi görmezden geldi.
O ise sadece sustu.
Ve bir gün âşık oldu.
Karşı köyden bir kıza.
Aşkı öyle büyüktü ki, gelenekleri hiçe saydı, sevdiği kızı kaçırdı.
Birlikte kurdukları o küçük yuvada, iki çocukla taçlanan bir mutluluk yeşerdi.
Ama mutluluğun da bir süresi varmış meğer.
Askerlik zamanı gelmişti.
Yola çıkmadan önce eline bir mektup ulaştı. Gönderen, kayınpederidir.
Mektupta şuyazıyor:
“Kızımı ve torunlarımı bir gün elinden alacağım.”
Bu satırlarHalil İbrahim’in içine çöken kara bir gölgeydi artık.
Tedirginlik, korku ve öfkeyle doldu kalbi.
Yine de askere gitti. Ama aklı gerideydi…
Her gece rüyasında çocuklarını kaçırıyorlardı, her sabah endişeyle uyanıyordu.
Bu korkuyla firar etti.
Köyünün yakınlarında, ormanın kalbinde bir kulübe yaparak gizlendi.
Oradan evini izledi günlerce.
Ama huzur yoktu yazgısında.
Bir gün jandarmalar buldu onu.
Ceza olarak bir direğe bağladılar…
İnsanlıktan uzak bir şiddetle dövdüler.
Kafasına aldığı darbelerle aklı gelip gitmeye başladı.
Sonra tekrar askere alındı.
Zorla, susturularak.
Halil İbrahim askerdeyken, olan oldu.
Kayınpederi kızını ve çocuklarını köyden aldı, başka bir yere götürdü.
Kızını bir başkasıyla evlendirdi.
Çocukla rağladı, anne suskun kaldı.
Ve Halil İbrahim bu olup biteni, dağ gibi içine gömdü.
Terhis olup köyüne döndüğünde bir yabancıydı artık.
Susuyordu.
Yalnızdı.
Ve belindeki silahla dağlarda yürüyen bir gölgeye dönüşmüştü.
Evi yakıldı bir gece.
Kurtarabildiği tek şey: birkaç plak ve bir gramofon…
Gerisi kül, gerisi sessizlik.
Bir yağmurlu akşamda, amcasının evine sığınmak istedi.
Kimseyi rahatsız etmemek için samanlıkta sabahladı.
Ama bir ihbar üzerine jandarmalargeldi.
Evsahipleri “Oğlumuz gibidir,bize zarar vermedi,” dese de jandarma dinlemedi.
Halil İbrahim yine kaçtı.
Çünkü artık hiçbir “serbest” sözüne inancı kalmamıştı.
O sırada karşıdan gelen birbaşka devriye, olaydan habersizdi.
Bir jandarma silahına sarıldı.
Bir kurşun…
Ve Halil İbrahim başından vurularak yere yığıldı.
Sırtını bir kayaya yasladı.
Belki o an sevdiği kadını düşündü…
Belki çocuklarını…
Kimbilir, belki de plaklardan çalan o yarım kalmış şarkıyı…
Öldüğünde, eşyalarını oğluna teslim etmek istediler.
Ama oğlu, “O bizi terk etti,” dedi.
Babasını hiç tanımamıştı.
Yalnızca ona anlatılanları biliyordu.
Ve hepsi de yalandı.
Yıllar sonra gerçek ortaya çıktı.
Ama artık çok geçti.
Pişmanlık, neyi geri getirebilirdi ki?
İşte ben, o pazar sabahı dağlar arasında ilerlerken,radyodan yükselen “Halilİbrahim” türküsünde tüm bunları hissettim.
Kimi hayatlar bir türkü olur;
Kimini unutur rüzgâr…
Kimini yürekte taşır insan.
HALİL İBRAHİM TÜRKÜSÜ
(Söz: Dursun Ali Akınet – Ağıt)
Dağda kızıl ot biter,
İçinde keklik öter,
Eşkıyadan da beter,
Uslan be Halil İbrahim.
Kıvırcık saçlarına,
Kar düşmüş uçlarına,
Dağın yamaçlarına,
Yaslan be Halil İbrahim.
Derede su durulur,
Daldan köprü kurulur,
El yerine vurulur,
Aslan be Halil İbrahim.
Kıvırcık saçlarına,
Kar düşmüş uçlarına,
Dağın yamaçlarına, Yaslan be Halil İbrahim.
Müfreze dağı sarar,
Dağda kaçaklar arar,
Geçit vermez kayalar,
Hızlan be Halil İbrahim.
Kıvırcık saçlarına,
Kar düşmüş uçlarına,
Dağın yamaçlarına,
Yaslan be Halil İbrahim.
(*) çeşitli kaynaklardan derleme.