İşlevi neredeyse yok edilmiş, etkisiz parlamenter sistemin, ülkeye yıllardır; toplumsal, ekonomik ve siyasi açıdan ağır sonuçları oldu... Hayatın amacının beton ağlarla örülü bir ev, dört lastik tekere sahip olmaktan başka şey olmadığı hipnozuyla; kışın solan bir yaprağın toprağı besleyen serüvenini, baharın açan çiçeklerinin bize yemiş olarak döneceğini.. Coğrafyamızın; sesiyle, rengiyle, duygusuyla dolu gerçekliğine tanıklık ettiği insan, doğa neydi, UNUTTURDULAR.. İnsanla doğayı, geçmişle günümüzü birleştiren, geleceğe ışık tutan kültürel değerlerimizi, YIKTILAR.. Öykülerin, şiirin, efsanelerin, edebiyat ve sanatın; doğup yaşadığımız yeri doğru algılamanın anahtarı olduğunu, bu anahtarın gerçeğin kapılarını açtığını unutturmak için neredeyse yok ettiler.. Dünyada süregelen savaşların yaşattığı acıları, yaşanan iç ve dış göçü, kentleri, çocukları, genci, yaşlıyı, kadını, yerlerinden edilen, kaybolan insanları görmediler.. Görmemizi de istemedikleri bir sistemi inşa ettiler.. Elbette tüm çıplak gerçekliği görüp, iliklerine kadar hisseden, insanların dertlerini dertleri edinenler toplumu, doğayı anlayan ve çözen.. Trajik senfonilere dönen insan yaşamlarını anlatmaya çalışanlar, aktivistler de oldu.. O güzel insanlar, hedef oldular, mahpus edildiler, yine pes etmeden söylemeye, yazmaya devam ettiler.. Çünkü onlar, kapitalizmin insanı ve doğayı nasıl yok ettiğini bilenler ve tüm yaşamı gerçekliğiyle gözler önüne sermek için taş altına el koymaktan korkmayanlar.. Ama sistem öyle bir ağla örülmüş ki, okumamız, görmemiz, gördüğümüzü anlamamız istenmiyor.. Kör bir labirent içine kapatılmış durumdayız. Bir köşeden bir köşeye son surat koşuyor, çıkışı bulamıyor, duvarlara çarpıyoruz.. Çarptıkça kanıyor, neden çarptığımızı unutmuş şekilde kalkıyor, başka bir çıkış için tekrar koşuyor, daha sert bir duvara çarpıyoruz. Bu böyle giderken önümüze bırakılan peynir parçaları da git gide azalıyor, karanlık iyice büyüyor.. Bir anlasak, dört bir yanımız duvarlarla çevrili, kapı yok. Ama; hepimiz aynı anda, aynı süratle, birlikte aynı yöne koşsak, çarpacağımız duvar çıkış kapımız olacak.. Öyle ya.. Hangi duvar milyonların gücüne dayanabilir, hangi karanlık sen ışığı istedikçe aydınlığa galip gelebilir ki.. Yıllarca gerçekleri örtmek için, tatlı yalanlarla kandırılmaktan, sap saman karışmış göremiyoruz.. Şimdi önümüze konan peynirin gün be gün azaldığı derin açlık içinde, yalanın hipnozu avuntun tadıyla birilerinin bu kör labirente çıkış kapısı açmasını bekliyoruz.. Ama hala düşünmüyoruz, ayrışmaya devam ediyoruz.. Tıpkı sevgili Yaşar Kemal’in “ Yusufçuk Yusuf “ eserinde Çukurova’da birbirini yok etmek için kinle mücadele eden iki ağanın ezdiği topraklardaki insanlar gibi, sıkışmış siyasetin arasında kör labirentte hapsolmuş şekilde yaşamaya çalışıyoruz.. O zaman hep birlikte tekrar, aynı isimli eserde yer aldığı gibi iki ağanın ezdiği o topraklarda yaşayan insanların, yeniden doğayı yeşertmelerini, sisteme karşı mücadelelerini ve düzenin adım adım tükenişini.. Ve yine, sevgili Yaşar Kemal’in; “O iyi insanlar, o güzel atlara bindiler çekip gittiler” cümlesini hatırlayalım.. O iyi insanları, o güzel atlara bindirip yeniden getirelim.. Çok ve haklı olduğumuz kadar, öfkeli ve kızgınız. Ama bu öfkeleri birleştirip, aynı yöne birlikte koşup, yüklenip duvarı yıkmazsak sonuç yine bir duvara çarpmak olacak. İnsan labirentte değil; doğayla iç içe, emeğin ve insan sevgisinin yüceldiği yerde yaşarsa var olur. Toprağın, insanın, sanatın, halkın dilini bilmeyene göstermek.. Evrende sadece karın doyuran gövdeler olmak için değil, dallarda şakıyan kuşları, kelebek olmaya hazırlanan tırtılı, tüm doğayı tansıklığıyla kucaklamış yüreğimizle yer almak.. Çağdaş, laik bir yaşam yerine; edebiyatsız, sanatsız, inşa edilerek halka sunulan bu yaşamı, evrensel değerlerle değiştirmek.. Var olmak için.. Çok sesli, çok renkli ama tek yürek bir parlamenter sistemi kurmak için.. Doğanın ve birbirimizin dertlerini dert edinmez, ayrışmaya devam edersek.. Görünüyor ki bize daha çok duvarlar çarpacak..

Editör: Ömür Ünver