“Birbirini sevmeyenlerin değil oyuncu; insan bile olamayacağını” en iyi öğrenenlerden. O yüzden oyunculuğun tam kalbine sevmeyi koyuyor. Hayatı olduğu gibi kabul etmiş, öyle karşılıyor. O büyümüş bakışlarında iyilik var, merhamet var, kararlılık var, bilinç var... Duyarsızlık onun da kalbini kırıyor. Evsiz bırakılan düşüncelerin sesi oluyor. “Zorbalıkları unutmayın” sözü ne yakıcı bir hatırlatma! Aynı gökyüzüne bakmak yetmiyor, aynı hayali kuranlarla buluşuyor. 22 Ekim 1982 doğumlu sevilen oyuncu Alican Yücesoy. Yeni yaşı dolayısıyla yazarımız Pınar Erol'un kendisiyle Haziran 2017'de yaptığı röportajdan bir bölüm yayınlıyoruz. Öncesinde "ne olacaksın" diye sorulduğunda, fantezi olarak pilotluk var. Sonra babanızın yönlendirmesiyle iki sene Endüstri Meslek Lisesi’nde Elektronik okuyorsunuz. Bursa Devlet Tiyatrosu’nda Celal Kadri Kınoğlu’nu “Bir Garip Orhan Veli”de izledikten sonra oyuncu -hatta tiyatrocu- olmaya karar veriyorsunuz ve bunu annenize söylediğiniz de size “tiyatrocular çok okuyan, kültürlü insanlardır” diyor. Siz sonradan bunun tersini söyleyeceksiniz. Evet, aynen öyle oldu, “Tiyatrocular çok kültürlü insanlardır” dedi. Dalga geçti yani. Sen hiç orada değilsin demek istedi bana. Haksız da sayılmazdı. Öyle olmadığını da görüyorum yıllardır. ‘Tiyatro kültürlü bir şey’ algısı yanlış. Annemin algısı yanlış. Haliç Üniversitesi Tiyatro Bölümü’nü kazandığınız günün ertesinde, Bursa’ya dönünce Müşfik Kenter’in asistanı Adnan Tönel hocanın sizin Bakırköy Belediye Tiyatroları’ndaki seçmelere katılmanızı istediğini iletiyor ve on sekiz yaşında “Kuzguncuklu Fazilet” için seçilen beş kişiden biri oluyorsunuz...  Ben girdiğimde “İvanoviç Var mıydı Yok muydu” oyunu vardı. Arkada, kalabalığın içinde patates yiyen birini oynuyordum. Düşündüğümde gerçekten arkadan izleme fırsatı bulduğum bir dönemdi o. Ayrıca kendi hocalarımla oynama fırsatı da buldum. Onlarla aynı kulisi paylaşma fırsatı buldum. Bir de bizim iş, gerçekten yaparak öğreniliyor. Birinin size öğretmesinin çok mümkün olmadığı bir iş; görüp, deneyip, öğrenilen bir şey. Bunun için sahneye çıkmanız lâzım, sorumluluk almanız lâzım ya da birinin size sorumluluk vermesi lâzım. Ne mutlu ki Hoca’mız bize fazlasıyla sorumluluk verdi. Şimdiki oyuncuların o kadar fırsatı oluyor mu bilmiyorum. Bugün sahip olduğum her şeyin emektarı derim hep hoca için. Hep vefayla bahsettiğiniz Müşfik Kenter’i ayrıca özel kılan, dersi ders gibi anlatmayıp; anektodlarla anlamanızı sağlamasıydı. "Burayı böyle oynayın" demezdi, kendi yaşadığı hikayeleri anlatırdı. Onun hikayesine kapılıp o kişiyi oynamanızdan çok; onun hikayesiyle kendi hikayenizi bulmanız üstünden giderdi. Tabii ki Hoca’yı anlamak da kolay değildi. Ben mezun olmaya yakındım onu anladığımda. Mezun olduktan sonraki dört senem de, öğrendiklerimi unutmakla geçti. Böylece Hoca’yı tekrar daha rahat anlayabilirdim. Bunların hepsi tabii ki bir deney, bir yolculuk. Onun çırağı olmuş, öğrencisi olmuş tiyatrocuların hepsinin bugün minnet duyduğuna da çok eminim. BBT’deki oyunlarınızın arasında 'Yağmurcu', 'Sıkıyönetim', 'Aklı Havada' ve 'Hayvan Çiftliği' ilk akla gelenlerden. Emrah Eren’in sahneye koyduğu 'Hayvan Çiftliği' severek ve eğlenerek oynadığınız oyunlardan biri. “Bütün hayvanlar eşittir ama bazı hayvanlar öbürlerinden daha eşittir” cümlesi eşitlikçi toplumu kurmanın zorluğunu anlatıyor. Ayrıca "yaşadığın hayatta nasılsan, sahne hayatında da öylesin" diyorsunuz ya. Bu rolün uzakta değil, yakınınızda, içinizde olduğunu görüyorsunuz, kendinizi yakalıyorsunuz. 'Hayvan Çiftliği'ndeki hikâyeyi bilirsiniz. Bu sistemin içinde olmakla ilgili. Birçok şeyi sonradan değerlendirdiğimizde hep söylüyoruz hayatın içinde olmakla ilgili şeyi ama bunu gerçekten görebildiğim anlardan biri 'Hayvan Çiftiği'nin prova sürecidir. İçinde bulunduğumuz sistemin ne kadar yakınımızda olduğunu hatırlattı bana. İçimde dememin sebebi o. O sistemi, o totaliter yapıyı daha net görebildiğim bir an oldu benim için. Benim için veya bu işi yapanlar için tiyatroda bir kırılma noktasıdır 'Hayvan Çiftiliği'. O noktadan sonra, yaptığım bütün oyunlarda, bunu daha net görmeye başladım. Emrah Eren’in çok etkisi var bunda. Bu işlerde ekip olmak tabii ki çok değerli ama ekip olmak için ya tanışık olman lâzım ya da birdenbire aşık olman lâzım. Ben bu tiyatroya girdiğimde Emrah da yeni girmişti. Onlar mezundu, ben daha yeni başlamıştım. Bana sürekli oyunlar, kitaplar önerirdi. Edebiyatla ilgili birçok açığımı kapatmış, beni çok geliştirmiş biridir. Yıllar sonra da beni kendi yaptığı oyunda oynattı. Orada beni ikinci kademeye de geçirmiş biridir. O yüzden benim için çok değerlidir Emrah. Ondan sonra da gerçekten hep böyle gelişti. Yaptığımız 'Gülünç Karanlık'ta da Kumbaracı50’de oynadığım 'He-Go'da da hep buldum hayatın içindeki anları. “He-Go”da şarkı söyleyen, piyano çalan, resim yapan bir oyuncuyu oynadınız. Şu 'çok yönlü oyuncu' dediğimizi. Bu da içinizden çıkan bir rol. Anneniz resim öğretmeni, siz de biraz resim yapıyorsunuz ve 'Akdeniz Akşamları'ndan öte gitar çalıyorsunuz. Çok yönlülük çok sevilen bir şey. Tabii ki anormal değil zaten, gerçekten değil. Oyuncuların çoğu hem yazar, hem oynar, hem yönetir, hem enstrüman çalar, resme ilgisi vardır. Ben de evde ufak ufak çizerim, kendimce bir şeyler tıngırdatırım. Bu beni utandıran da bir şey. Belki kendi çapımda demenin ötesine geçebilecekken beni tutan da bir şey. Ama iyi böyle çünkü kendim için yapıyorum ve kendimle ilgilenmek beni mutlu ediyor. Resim yaparken kafamın boşaldığını hissediyorum. Sanatsal aktivitelerin çoğu pratik çözümler sunuyor bize. Yalnızlıkla ilgili, birlikte olmakla ilgili. Kadriye Kenter’in görevden alınmasından sonra süreç başlıyor. #NasılBirTiyatro, #SenDeSöyle hashtag’leriyle sosyal medyada bir farkındalık başlıyor. Tiyatro hakkındaki yanlış algıyı yakalamak adına, ancak belli bir estetik ve entellektüel düzeyi aşanlar talep edebilir yargısını dümdüz eden bir önermeyle geliyorsunuz. Tiyatro herkes içindir. En başında konuştuğumuz konuya dönüyoruz, annemin “tiyatrocular kültürlü insanlardır” sözüne. Gerçekten ötelediğiniz ya da dışında tutmak istediğiniz bir kitle de olduğunu varsayıyorum. Tabii ki yeni tiyatro bunu yapmıyor ama BBT için çok geçerli bir şeydi bu. Muhtemelen anneme "tiyatrocu olmak istiyorum" dediğim zamanlarda Shakespeare izlemek beni korkutabilirdi. Burada sezon açılış oyunumuz Shakespeare’in ilk dönem oyunu 'Yanlışlıklar Komedyası'ydı. Evet Shakespeare’in en zor, en riskli oyunu. Hiçbir tiyatro özel olarak 'Yanlışlıklar Komedyası'nı seçmez. 'Bir Yaz Gecesi Rüyası' mesela daha kesin bir iştir. Bunu herkese izletebilirsek, her oyunu izletebiliriz diye bir yaklaşımımız vardı. Çalıştığını da düşünüyorum bunun. Birinin "ben dün Shakespeare izledim" demesi çok değerli. Artık Hamlet'i de çok rahat izleyebilirler. Tabii nasıl bir tiyatro sorusu idari, sanatsal, tasarımsal çok şeyi kapsayan bir soruydu. Kurum tiyatrosu olunca parayı verenin yolunu izlemek gibi, memur sanatçı olmak gibi söylemler oluyor. Siz de idari çalışmalarla, sanatsal çalışmaların birbirinin vaktini yediği hummalı bir zaman geçirdiniz. “Mücadele ettim. Talep ettim ve talep ettiğim şeyi aldım” dediniz sonunda. Kızıl yıldızlı bereyle katıldığınız seçim günü (16 Haziran 2015) tiyatroda kendi küçük devriminizi yaptığınızı söylediniz. Bunu kendi aramızda konuşurken de çok sık hatırlatıyoruz birbirimize. Bizim bir misyonumuz vardı. O da kendini tamamladı. Bizim bir talebimiz vardı. O da demokratik bir seçimdi. Aslında mücadele bunun için verildi ve o mücadele kazanıldı. Bizim kazanmamızdan bahsetmiyorum; burada yirmi beş yıl sonra seçim yapılmasından bahsediyorum. Sanırım insanlar bu süreçte verdikleri desteği ve bu başarının ardında pay sahibi olduklarını unuttular. Dışardaki insanlardan, Şehir Tiyatroları ve Devlet Tiyatroları seyircilerinden bahsediyorum. BBT’nin seyircisi zaten devamlı geliyor. Elleri hep buranın üzerinde. Aynı ilginin oraya o kadar gösterilmediğini düşünüyorum. Gösterilseydi benzer uygulamalar orada da yapılırdı. Bu geçtiğimiz iki yıllık süreçte, bunun tutan bir şey olduğunu, başarı gösterebilecek bir yöntem olduğunu da iddia ediyorum. İyi bir sezon geçirdi tiyatromuz. İyi bir repertuvar yapıldı. Bunun formülü seçilmiş bir yönetimin olması. Yönetimi seçenlerin buranın çalışanları olması. Buradaki sürecin bir şekilde devam etmesi... Bunun, Devlet Tiyatroları ve Şehir Tiyatroları’na da uygulanması gerektiğini söylüyorum. Kanun koyucu büyüklerimiz kendilerince kanunlar, yasalar çıkartıyorlar. İyi, hoş, güzel… Çıkartsınlar tabii ki ama Amerika’yı yeniden keşfetmeye gerek yok. Kendisinin oy kullandığı bir genel sanat yönetmeni, yönetim kurulu içinde bir üye, üyeleri sanatçıların ve teknik personelin seçebildiği, genel sanat yönetmenini bütün ekibin seçebildiği, sanatçı temsilcisini oyuncuların seçtiği bir yapıyı kurmak çok mümkün. Bunu kim istemez? Bugün ülke için de aynı şeyi istemiyor muyuz? Kazandıktan sonra “Bundan bir sene önce Kafka Kafe’de oturan ekip şu anda toplantıyı Yönetim Kurulu odasında yapıyor” diyerek kolları sıvadınız. Ve biz “göz hizası model” diye bir şey duyduk, “kolektif” duyduk, “yatay yapılanma” duyduk. İnternette bilet satışları başladı. Çocuk oyunları, konservatuvara hazırlık sınıfı gibi yenilikler oldu. On beş yılda toplam yedi kere turne yapan tiyatro, turnelere başladı. 'Gülünç Karanlık' Almanya’da oynandı. ‘yüreğe kuvvet’ başladı sezon. Açılış oyunu 'Yanlışlıklar Komedyası'nı, '4X100', 'Yarın Başka Koruda', 'Gülünç Karanlık', 'Kıran Resimleri' ve iki çocuk oyunu izledi. Repertuvar 1994’ten beri bu kadar zengin olmamıştı. Buradaki insanların özverisiyle oldu her şey. Marangozhaneden çay ocağına kadar gerçekten insanüstü bir çalışma vardı. Kendi kendimizi seçebildiğimiz, kendi kendimizi yönetebildiğimiz noktada aslında kendi oyladığım insana hizmet ediyorum diye düşünüyor; aslında hepimizin hizmet ettiği şeyin tiyatro olduğu gerçeğini unutuyor bir taraftan. Birbirimize hizmet etme mantığı başarıyı ve dağılmamayı, birlikte hareket edebilmeyi veya aynı sözü söyleyebilmeyi getiren şeylerden bir tanesi. "Seyirci biletini alıp tiyatroya gelerek zaten üzerine düşeni yapıyor" diyorsunuz. O, o kadarından mı sorumlu? Öyle. Seyirci bilet alacak ve gelip oturacak. Bir şey öğretme diye bir derdi yok bizim yaptığımız tiyatronun. Sorularımız var, merak ettiğimiz şeyler var. Muhtemelen hepimizin merak ettiği şeyler onlar. O soruları atıyoruz ortaya. Yani yapmak istediğimiz tiyatro bu. Bundan önce yapılan tiyatroyu ben zaten eski buluyorum. Ben yeni tiyatronun, yeni söylemin, yeni buluşun, herkese ulaşmanın formülünün peşindeyim. Aslında bunun formülünü bulmuş bir adam var: William Shakespeare! Üst tarafa kraliyet ailesini oturtup, alta şehrin düşkünlerine kadar olan seyirciyi oturtup aynı anda izletebilme başarısı müthiştir. İki tarafın da anlayıp, iki tarafın da sevip ayrılması metinsel bir başarıdır. Ben de her alana tiyatronun yayılabileceğini düşünüyorum. Yeninin de bu olduğu düşüncesindeyim. Tabii ki metin de, sahneleme de, reji de yenileşecek ama önce bakışımızı yenilememiz lâzım. Böylece yeni oyunculuk üslûbunu da, Hoca’nın açtığı yeri genişletmeye kadar vardırabilelim. Hayat kısa, sanat uzun denen meşhur lafa varıyoruz gene.

Türkiye'de tiyatroyla ilgili tüm problemlerin sebebi tiyatrocular

Afife Ödülleri’ndeki “o uzaktaki güzel ve yalnız tiyatro” çok hoş bir atıftı. Ve o uzak tiyatro, gündemin merkezine yerleşti. Ayrıca adaylıklar açıklanırken de, sonrasında ödülü kazandığınız belli olduğunda da aldığınız alkış ve tezahürat çok güzeldi. Ekip ruhu yüksek, coşkusu çok belirgindi. İnanın bana o duygu, ödül kadar değerli bir şeydi. Arkadaşlarımla konuşurken bana soruyorlar "oyun devam ediyor mu" diye. “Evet” diyorum. Bu sefer “ya, uzak ya” diyorlar. Hep diyorum ya Türkiye’de tiyatroyla ilgili tüm problemlerin sebebi de tiyatrocular diye. “Bakırköy uzak ya”yı kim söylesin biliyor musunuz? Mesela bizim marketteki abi söylesin ama bunu benimle aynı işi yapanlar söyleyince ben de onlara “tiyatro yapmayın bence” diyorum. Bir de bizim işimiz mobil, turnelere gidiyoruz. O zaman Bakırköy sana uzaksa hiçbir zaman da yakın olmayacak. Kurumda “paralel yapılanma olduğu” gibi yorumlar aldınız. 2005’te oynanmıştı tiyatronuzda Haldun Taner’in 'Günün Adamı' oyunu. Günün adamlarının çok olduğu bir yerde 'günün adamı' olmayarak yılın adamı oldunuz. Türkiye Gençlik Ödülleri’nde 'Gülünç Karanlık', En İyi Tiyatro Oyunu Ödülü’nü kazandı. Çürümeye terk edilen ve yıkılıp AVM yapılan sinema ve tiyatro binalarını hatırlatan sözleriniz kaç kişinin içindekini uyandırdı, kaç kişinin coşkusunu çoğalttı. Zorbalıkları unutmayanların alkışını aldı. Onları yüreğinden yakaladı. Bir yerden ödül almak zaten değerli bir şey. Ama verildiği yer daha değerli. Hatta şunu söyleyeyim, oynadığım filmlerden birinin galası orada yapılmak istendi. Ben de öyle olursa galaya katılmayacağımı dile getirdim. “Gitmeseydin” dediler. Şimdi benim bunu anlamama imkân yok. Bu eski işte. Artık böyle bir protesto yok. Aksine gitmem ve bunu söylemem lazım. Ve bunu bağırarak değil; güzelce, kendime yakışır biçimde, tiyatroya yakışır biçimde, bu ülkenin vatandaşına yakışır biçimde söylüyor olmam lâzım. Aynı Shakespeare’in altı yüz sene önce yaptığı gibi olması gerektiğini düşünüyorum. "Gitme" diyenin de, "gelmeseydi" diyenin de aynı şekilde konuşması gerektiğini düşünüyorum. Herkese ulaşılabilirlikten bahsediyorum. Ben de bu konuşmanın insanlara ulaştığını düşünüyorum. Artık yapacak bir şey yok ama bunu hatırlatmaktan da vazgeçmeyeceğiz. Bunun psikolojik bir karşılığı var. orada yaşayan insanların, oranın önünden geçemeyen insanların varlığını bilmek hoş bir şey değil. Toplum içinde yapılan her hareketin bir travması var. Bugün benim tiyatromu kapattığınızda benim için bir travma var ama inanın buradaki insanlarınkiyle kıyaslandığında benimki geçici kalır. Ben gider, başka bir tiyatroda iş bulabilirim ama bu tiyatroda ya da o sinemada çalışan birinin başka bir yerde iş bulma, oradaki anılarını bulma ihtimali çok daha düşük. Anılar bizi hayata tutunduruyor. Bununla ilgili zaten büyük bir deformasyon var. Asıl yıkım bunlar. AKM’nin yokluğunun meselesi anılarımız aslında. Bu sohbet için teşekkür ederim.         
Editör: Ömür Ünver