Türkiye'nin önemli sanatçılarından birisi Haluk Bilginer. Yurtdışında da beğeniyle takip edilen sanatçının bugün doğum günü. Bu vesileyle yazarımız Pınar Erol'un, kendisiyle, yine bir doğum günü öncesi, 4 Haziran 2012'de yaptığı söyleşiden bir bölüm yayımlıyoruz.

Güneşin altında söylenmemiş bir şey yok. Haluk Bilginer ile aşağıdaki cümleleri sizler de tanık olun diye tekrar kurduk. Evirip çevirmeden… Vatandaşı olduğumuz ülkede tiyatro yokmuş, hiç olmamış gibi davranıldığı için ve devlet üzerine düşeni yapmadığı için, emeğini, vaktini çalanlara inat, çöplükten bir tiyatroyu var etti o. “Biz budala değiliz, düşlerimiz var! Hepimiz için bir tiyatro salonu yaptık” diyor.  Sahnede insanı seviyor; “artiz”i değil! Yazarın söylediği cümleleri o da sahneden söylemek istiyor. “Atinalı Timon”da ne deniyordu? “Ey seyirci, mütevazı bir önerimiz var: Dünyayı değiştirmek değil; yeni bir dünya yaratmak!” 16 yaşında Cahit Gürkan önderliğinde lisede sahneye çıkalı, “Nikâh Kâğıdı” adlı oyunla Demokrat İzmir Gazete’sinin düzenlediği liseler arası tiyatro yarışmasında ödül alalı, Ragıp Haykır’ın davetiyle İzmir Devlet Tiyatroları’na gireli ve Başar Sabuncu’nun “Şerefiye” ve “İki Kova Su” ve Margret Meier’in “Çocuğum” oyunlarını oynayalı 40 yıl oldu. Öğrenebildiniz mi oyunculuğu? İzmir Devlet Tiyatrosu, 71-72 sezonudur o. Konservatuvar öncesi dönem. Tam 40 yıl oldu. O gün doğan çocuk bugün 40 yaşında. Kendime öğretmeye çalışıyorum oyunculuğu tiyatro sahnesinde. Öğrenemeden de öleceğim. Ulaşmak istediğiniz şey samimiyet ve ruhu soyma meselesi. ‘Bunu beceremeden ölen aktörlerle doludur oyuncu mezarlıkları’ diyorsunuz. Öğrenmem mümkün değil zaten. İnsan dediğimiz yaratık öyle bir derya ki onu öğrenmeye, kavramaya bir ömür yetmez gerçekten. Yüzyıllardır felsefecilerin yazdığı tüm bilgileri toplasak bile yine de insanı anlayamayız. Çünkü insan çok değişken bir varlık. Çevresiyle, kültürüyle, zamanıyla, çağıyla hep değişen, dönüşen bir varlık. Yakalayamazsınız ki onu. Bunu bilerek hareket etmekte çok büyük fayda var. Bunu bilmeniz, size süreci önemsemenizi getiriyor. Çünkü zaten önemsenmesi gereken şey de süreçtir. Çünkü hedef bellidir. Hedef, ölümdür. Sanatla, eğlenceyi öyle ayırıyorsunuz; ‘Beynin kıvrımlarına soru işaretinin çengeli takılırsa belki bir dönüşümün başlangıcı olur’ diyorsunuz. Sizin kendinize ve tiyatroya dair ilk sorunuz nedir? ‘Ben niye oyuncu olmak istiyorum?’. Bu sorunun yanıtı çok önemli. Neden? Çünkü mutlu ediyor. Ben bu soruyu kendime ilk 16 yaşındayken sordum. Lisede sahneye çıkarken bu işin beni çok mutlu ettiğini anladım. Bir de birileri ‘tebrik ederim, ne güzel yaptın’ deyince, ben bir şey yakaladım. Hem ben mutlu oluyorum hem de beni seyredeni mutlu ediyorum. Paylaşılan bir mutluluk, sevinç, bir coşku var burada.  Ben başka hiçbir şey düşünmedim 16 yaşından sonra.

Kanserin tedavisini bulmak için doktor olacaktım

Öncesinde doktorluk ve kimya mühendisliği var galiba? Kanserin tedavisini bulmak için doktor olacaktım ya da yeni bir şey bulmak için kimyager. Mesela benim en sevdiğim oyuncak mikroskoptu. Hepsinde ortak payda “merak”. Zaten ben çocukken takma adım “meraklı”ydı ailede. Çocukken en sevdiğim kitap ansiklopediydi. A’dan başlayarak kitap okur gibi okurdum. Demek ki benim karakterimin önemli bir yapısı merak etmek. Ben her şeyi merak ediyorum. Çok önemli bir dürtü benim için. İlişkilerimde de, mesleğimde de çok asal bir dürtü. Büyük Patlama’nın da bir saniye öncesini merak ediyorsunuz... Evet, ne oldu da patladı?  Bu, soruların sorusu. Bunun yanıtını verirse bilim adamları, biz evreni de, tanrıyı da çözmüş olacağız. Big Bang’le başladı evren… Bir saniye öncesini merak etmeden nasıl alır koyarım bu bilgiyi cebime. Bir dakika, ne oldu da patladı?

Huzurla sanat yapılmaz

“Devletin tiyatrosu olmaz, sanat, bünyesinde muhalif olmayı gerektirir, iktidarla çatışır” diyorsunuz ve ulusal tiyatroyu öneriyorsunuz. Ama şaşırdığım şey; siz bunu bugün söylemiyorsunuz. Hemen hemen tüm röportajlarınızda söylüyorsunuz son 15 yıldır. Niye şimdi patladı? O da sizin Big Bang’iniz oldu galiba Niye biliyor musunuz? İnsanlar öleceklerini fark ettiler. Baktılar ki bu böyle gitmez, burada bir çürüklük var, yapısal bir bozukluk var. Dünyanın hiçbir yerinde böyle bir örnek yok. Bir tek Türkiye’de var. E galiba bu da ölecek. Onu fark etme korkusu. İmtiyazlarını, rahatlarını, huzurlarını kaybedecekler. Hâlbuki bilmiyorlar ki huzurla sanat yapılmaz. Sanat huzursuzlukla yapılır. Sanat dertle yapılır, tırnaklarını yiye yiye yapılır. Şu soruya cevap verme nezaketinde bulunmuyorlar; Memur olarak kalmak istiyor musun, istemiyor musun? Ben sanki ‘Devlet Tiyatroları’nı kapatalım yerine otopark yapalım’ demişim gibi. Ama el insaf yahu. Deşifresi olmayan insan aktör olabilir mi? Benim söylediğimi deşifre edememişsiniz siz, anlayamamışsınız ya da daha kötüsü... Anlamamış gibi yapıyorsunuz… Ya da bilerek anlamazlıktan geliyorsunuz. Rapor alırsan çalışmak zorunda değilsin. Memursun. Memur olunca sanat yapamazsın. Ben dışarıdan bakınca kavrıyorum sen içindeyken nasıl kavramazsın? Devlet Tiyatroları’nın bir sahnesinin kulisinde görmüşsünüz ‘oyuncular emekli edilemez’ yazıyormuş. Yahu memurluğu kabul etmişsin de emekliliği nasıl kabul etmiyorsun? Kazanın doğurduğuna inandın da öldüğüne niye inanmıyorsun? Böyle bir bildiri yazılabilir mi? İnsan kendiyle bu kadar çelişebilir mi? Kendiyle bu kadar çelişirken, gece yastığa başını koyduğunda bir düşünmez mi ben ne yapıyorum diye. Memurum ama beni emekli etmeyin diyorum. Oyuncuyum… Ben oyuncuysam, memur olmamam gerekiyor. Ben niye memur oldum? İnsan sorar bunu kendine. Hepsi öleceğini biliyor da ben söyleyince niye bana düşman oluyorlar. Tiyatro kaliteli yapılamaz böyle bir kurumda. Ben sağduyunun emrettiği şeyi söylüyorum. Tüm oyuncular istediği yerde yaşar. Denir ki ‘oyun şudur, şuralarda oynanıyor, seninle 6 aylık kontrat imzalamak istiyoruz’. Dolayısıyla Van’daki seyirci de İstanbul’da yapılmış kalitede bir şey izleyeme fırsatı bulur. Müsamere izlemez. Zaten azınlığa yapılan bir sanatın daha iyi yapılması için, çoğunluğa yayılması için gayret göstermemiz gerekmiyor mu? Bütçeniz 200 milyon lira ise 400 milyon liraya çıkmalı diyorum. Bunda kızılacak ne var? 25 sahne varsa 50 sahne olmalı diyorum. Ulusal tiyatro kuralım diyorum. En çok kazanan özel tiyatrolardan birisi olduğunuz halde, biletler çok önceden tükendiği halde, bir sonraki sezonu, Ekim’i banka kredisiz getiremiyorsunuz. Tiyatronuzu var ettiğinizi rakama yakın bir meblağ Devlet Tiyatro’larının dekoru için harcanmıştı. Cehennemin içinde cennet yaratmaya çalışıyorsunuz Oyun Atölyesi’yle. 1.5 trilyon harcadık bu çöplüğü, arsayı tiyatro yapmak için. Tiyatro yapılıyor o paraya arkadaşlar. Siz bu paraya dekor yapıyorsunuz ve o dekorda oynamamak için doktor raporu alıyorsunuz. O paralar bizim paralarımız, biz veriyoruz sizin paranızı. Birisi de diyor ki böyle mahrem şeyler kamuoyu önünde konuşulmaz. Bir dakika, bunlar mahrem falan değil. Sen benim paramla yapıyorsun onları. Hesabını da ben soracağım. Vatandaşlık bilinci budur. Ben yurttaş olduğum için mi kızıyorsun bana? Niye doğru düzgün tiyatro yapmıyor sunuz? Niçin 10 yıldır hiçbir oyunda oynamıyor sunuz ama para almaya devam ediyorsunuz? Maaşınızı ben veriyorum ödediğim vergiyle. Affedersiniz ben sizin patronunuzum.

İşimiz atsineği olmak

Sanata iktidarın penceresinden bakıldığında sanat huysuz ve tehlikeli bir şey değil mi? Kesinlikle. Sanatın birinci görevi; soru soracak, soru sorduracak ve muhalif olacak. İyi bir muhalefet, yapıcı bir muhalefet son derece gerekli bir şeydir. Şu an Türkiye’de tek tehlike budur. Türkiye’de muhalefet yoktur; mutlak bir iktidar vardır. Muhalefet olsun ki sana bir ayna tutsun birileri. Ne yaptığını gör, anla. Tüm sanat dallarının işlevi budur. Yoksa sanat niye var ki? Onun dışında eğlence var zaten. Sanatçı denen yaratık, soru sormadan duramaz , rahatsız olur. Rahatsızlık yüzünden ben tiyatro yapıyorum. Ben atsineği olmak istiyorum. Birilerini sokmak istiyorum. İşim bu. İşimiz atsineği olmak; işimiz at olmak değil. Repertuvarına Shakespeare’i alan, kamu tiyatrosu gibi özel tiyatrosunuz. Gelelim şu tanıma... ‘Kamu tiyatrosu’ ne demek? Ben ne yapıyorum burada? Halay mı çekiyorum. Oyun Atölyesi, kamuya tiyatro yapmıyor mu? ‘Siz ne yapıyorsunuz bilmiyorum ama ben kamuya tiyatro yapıyorum diyor’ Devlet Tiyatrosu. Güzel kardeşim, biz de kamuya tiyatro yapıyoruz, ama biz senin gibi 5 liraya bilet satamıyoruz. Çünkü 95 lira vermiyorlar bana seyirci başına. Bütçeyi seyirci başına bölsünler, 100 liranın altında çıkıyorsa ben hiçbir şey bilmiyorum. Orta Avrupalı bir yönetmene sormuşlar: “Hep yerli oyun yönetiyordunuz, şimdi neden Shakespeare?” diye. O da “Oynamaya değer yerli bir oyun bulamayınca en yerlisine gittim” demiş. Shakespeare, insanlık tarihinin gördüğü en önemli dehalardan biri bence. Neredeyse 500 yıl önce yazdığı şeyler, bugün hâlâ bizi şaşırtmayı başarabiliyorsa (ki biz her cümlede şaşırıyoruz aşağı yukarı), bunları anlamaya çalışırken bir bakıyorsunuz ki -ortada daha bilim bile yok iken- insan ruhunu, insan psikolojisini nasıl bu kadar derinlemesine kavrayabildin, anlayabildin, üzerine yorum yapabildin? Sen bunları nereden biliyordun? Örneğin siz Othello’yu iyi ve kötünün mücadelesi olarak anlarsanız, Shakespeare’i anlayamamışsınız demektir. Böyle şablonlarla anlamaya çalışırsak, hiçbir şey anlama şansımız yok. Biz çalıştığımız oyunla aşkı anlamaya çalışıyoruz hâlâ. Kaybettiğimiz bir masumiyetten söz ediyoruz aslında. Bunları deşerek, insanı anlamaya çalışıyoruz ve Shakespeare bunun için bize aracı oluyor. Tiyatro Stüdyosu (1990)’ndan başlayıp bugün Oyun Atölyesi’nde oynadığınız oyunlar arasında Turgay Nar’ın ‘Çöplük’ oyunu ve çocuk oyunu dışında yerli yazarla çalışmamışsınız. Oysa Oyun Atölyesi’nin hedeflerinden biri, tiyatronun en önemli eksikliklerinden olan yazarlık atölyesi kurmaktı. Genç yazarlar yeni yazdıkları oyunları bazen bize gönderiyorlar. İlgimizi çeken bir oyun olduğunda buluşuyoruz. Naçizane önerilerde de bulunuyoruz. Eli kalem tutan, yetenekli yazar yok değil Türkiye’de… Ne yazık ki subaşları tutulu. İkincisi, bu yeteneği olan insanlar televizyona yazmayı çok daha kârlı görüyor. ‘Madem bana her hafta senaryo için 5-10 milyar veriyorlar, ben televizyona yazarım ağabey, üstelik kalemimin kenarıyla yazarım’ diyor.

Diziler, oyunculuktan edindiğimiz beceriyi nakte dönüştürmenin faaliyeti

Oyuncuların da televizyona gidişi aynı sepebten. Orada yaptığımız oyunculuk değil. Onun farkında olmak zorundayız. Oyunculuktan edindiğimiz beceriyi nakde dönüştürmenin faaliyeti o. ‘Ben televizyon yapmak zorundayım çünkü televizyon yapmazsam tiyatro yapamam’.Konuya dönersek  Devlet Tiyatrosu’nun ödevlerinden biri bu olmalıydı. Bugüne kadar kaç tane yeni yazar yetiştirdiniz? Peki, ben bir özel tiyatro sahibi olarak Türkiye’de hiç oynanmamış oyunları buluyorum. Türk yazarları bulmaya çalışıyorum en azından. Siz niye bulamıyorsunuz da 40 yıldır oynadığınız oyunları tekrar tekrar oynuyorsunuz her şehirde? Dramaturg çalıştırıyorsunuz. İşleri oyun bulmak olan insanları çalıştırıyorsunuz bünyenizde. Maalesef bizim ağzımızı sulandıran, ‘hadi şunu oynayalım’ dediğimiz bir şey yok. Ben yıllardır Oğuz Atay’ı oynamaya çalışıyorum. Ödüm patlıyor. Çok açık söyleyeyim, korktuğum için oynayamıyorum. Yaptığım şey Oğuz Atay’a layık olamayacak diye korkuyorum. 20 yıldır aklımda.

Yalancı, ruh hastası

Diğer mesleklerde oyuncularda olduğu kadar ‘efsaneleşme’ durumu yok. Oyunculukta niye var biliyor musunuz? Oyunculukta zorunlu hareketler yok. Buz pateninde zorunlu hareketlerden sonra gelir artistik hareketler. Dolayısıyla herkes oyuncuyum diyebilir. Siz de inanmak zorundasınız. Gel bakayım sen ne yapıyorsun bize göster deriz sahnede. Onun için, oyunculuğun er meydanı tiyatro sahnesidir. O da bir şey yaratmak ister. “Biz oyuncular şöyleyizdir”… “Biz oyuncular anamız, babamız ölür yine de sahnedeyizdir”… “Ben rolümün etkisinden çıkamıyorum” der. Yalancı! Ya da ruh hastası! Perde kapanır, bitti. Nerede içiyoruz arkadaşlar? Ben “Jean d’Ark’ın Öteki Ölümü”nde tanrıyı oynadım. Ben ne yapacaktım? Rolün etkisi altında kalsaydım, bu yalan söyleyenlere ne yapardım biliyor musunuz? Ah bir etkisi altında kalsaydım rolümün… Ödüllere mesafelisiniz... Ben hiç ödüllere meraklı değilim biliyorsunuz. Bilmem ne üniversitesi bana ödül vermiş. Hemen soruyorum ‘hangi oyunumu seyretmişler’. Yok izlememişler. Asla gitmiyorum ödülü almaya. Hiçbir şey yapmamış koca koca arkadaşlar ‘yılın tiyatro oyuncusu ödülü’ almaya gidiyor. Bu ödüllere ben nasıl inanacağım artık? Hiçbir ödüle inanmıyorum. Benim en kötü oyunuma 7 ödül verdiler. Başkasına verdiler bana vermediler diye değil; tam tersi; O kepaze oyuna 7  ödül verdiler diye inanmıyorum ödüllere. Prömiyerinden önce İngiltere’ye kaçıp, 3 ay gelmemeyi düşündüğüm oyun o.  “Bu binanın yapımında devletten ve özel kuruluşlardan hiç yardım alınmamıştır”,  “Tiyatro hayatın aynası değil, olsa olsa kötü bir taklididir” gibi yazılar var fuayede, kuliste. Oyun Atölyesi’nin manifestosu gibi. Herkes de düşünmeden ‘tiyatro hayatın aynasıdır’ sloganını tekrarlar. Ama değildir! Ayna sana aynısını gösterir. Biz aynısını mı gösteriyoruz? Biz senin göremediğini gösteriyoruz sahnede. Sahne çok daha gerçek bir yer. Özel yaşamında, gündelik hayatında asla göremeyeceğin şeyleri görürsün orada. Biz burada ruhumuzu soyar da gösteririz size. Biz mahremimizi açıyoruz sahnede. Karısı, “cumhurbaşkanı oldun da adam mı oldun” der ama biz bunu göremeyiz; ancak sahnede görürüz. Hatta “7” (şekspir müzikalinde) 4 kişinin sahneden nah yaptığını da görürüz. Biz hayatta kaçırdıklarımızı orada görelim ve hayatı, kendimizi anlayalım diye tiyatro yapıyoruz. İnsan diye bir yaratık varsa bu planette tiyatro devam edecek. Devam etmek zorunda çünkü başka türlü gideremediğimiz bir ihtiyaç bu. Efsane değil, sahiciliği yaratın sahnede. Siz de, Oyun Atölyesi de başarılarını yüksek sesle ifşa etmiyor. Oysa belki de her oyunu kapalı gişe oynayan tek özel tiyatrosunuz. “Evlilikte Ufak Tefek Cinayetler”in biletlerinin kalmamasına inanamamıştı Hıncal Uluç. Belgelerle yanıt vermiştiniz kendisine. Ama buna basının yeterince yer vermemesine de içerlemiştiniz belki. Başka ülkelerde haber değeri var ama Türkiye’de yok. %5’in ilgilendiği bir sanat dalını gazete haber yapmaz ki. O sansasyona bakar. Hollywood’daki filmde oynamış. Oynamışsam nolmuş? Her sene oynuyorum bir tanesinde. ‘Oyun, oyuncuya bırakılmayacak kadar ciddi bir iştir’ diyorsunuz. Oyuncuya bırakırsanız ya davulcuya ya zurnacıya… Bunu yapan çok yönetmen var. Prömiyerden sonra bir daha göremezsiniz onu. Üç ay sonra gelir, oyuna bir bakayım der. Sonra kendi oyununu tanımaz. Çünkü oyuncuya terk edilmiş. Oyuncunun da onu tutma ve koruma disiplini yok çünkü aklı başka yerde. Kemal Aydoğan mesela her gece oyun seyreder. Allah sabır versin. Dün 19 Ocak’ta Hrant Dink için toplandık. “Macbeth” oyununuzda Hrant Dink’i görmüştük yerde yatarken. Yüzleşemediğimiz olaylarla (12 Eylülle, 28 Şubatla, 27 Nisanla, faili söylenmeyenlerle) sahnede yüzleşmeyi düşünüyor musunuz? ‘Oyunun anlattığı cümleyi ben de sahnede söylemek istiyorum’ diyorsunuz ya. Askerin üzerine vazife olmayarak yaptığı her şeyle yüzleşmek, hesaplaşmak zorundayız. Kurmak istediğimiz cümleleri söyleyen yazarların sözlerini sahnede söylemenin yolunu buluyoruz. Macbeth’te dekorun altındaki kafatasları dün ve bugün Şırnak’tan, JİTEM’in arka bahçesinden çıkıyor. Biz biliyor muyduk da oraya kafatasları koyduk. Hrant Dink’in cesetini koyduk üzeri kâğıtla kaplanmış. Yeter ki bir şey anlatmak isteyin. İstediğiniz her şeyi anlatabilirsiniz. Şu yapılan çok ciddi bir adalet skandalıdır. Çok acıklı bir şey daha vardır. Hrant’ın nüfus cüzdanındaki adı ne biliyor musunuz? Fırat… Biz bunun hesabını nasıl vereceğiz?      
Editör: Ömür Ünver