"Sanatçı muhaliftir, her zaman da muhalif olmak zorundadır. Toplum karanlıktaysa, aydınlıktan haberi yoksa ona bir pencere açmak lazım. İnsanlar kör gibi yaşamaya alışırsa asıl işimiz o zaman zor." [caption id="attachment_47109" align="alignnone" width="1000"] Geride bıraktığımız hafta Menderes Samancılar'ın doğum günüydü... Bu vesileyle Pınar Erol'un sevilen oyuncuyla 5 Mart 2018'de yaptığı röportajı yayınlıyoruz.[/caption] "Emek" sözcüğü Menderes Samancılar ile anlam buluyor Kendini yetiştirmenin okulu olsa, o okulun adını Menderes Samancılar koyardım. Kalbi insanın ilk bakılacak yer olmalı güncelin karmaşasında. Pek öyle kolay değil hani cesareti tevazuya katık etmek! İnsanlığı en başa koymak! Barışa, aydınlığa, eğitime, emeğe, demokrasiye, çocuklara, yaşama haklarına adadığı ödülleri herkes adına kaldırmak! Çok olmak, çoğul olmak! "Güneşle ilgili hayalleri olmayanın, aydınlık geleceği olur mu?" demek. Öyle ya… “Olmasaydınız Nasıl bulacaktık yolumuzu Şu karanlık ormanda”...   1 Mayıs 1954’te, Adana’da, 8 çocuklu bir ailenin son çocuğu olarak dünyaya geliyorsunuz. O yüzden biraz şımarık büyüyorsunuz. Büyürken dayak da  yiyorsunuz. Şımarıklığın ölçüsü neyse, yediğim dayağın haddi hesabı yok. Bu kadar dayağa rağmen o kadar mutluymuşum ki. O zaman beni mutlu eden şeyler neydi? Çocuk yaşta aileme, komşularıma, arkadaşlarıma duyduğum güven miydi? Çünkü her şey ortaktır genelde. Acılar da ortaktır, sevinçler de. Bir mahallede, biri evleniyorsa, sokağın ortasında masalar, sandalyeler kurulur; davul zurna çalınır; herkes evinden yemeğini getirir, bütün mahalle hep beraber yerdi. O zaman destanlar vardı. Yedi mahalle ötede acılı bir cenaze olur, mesela genç çocuğun askerden ölüsü gelmiştir ya da düğününde ölmüştür. Trajik yanı olan ölümler, destan olarak kâğıda basılır, satılırdı. Olay örneğin Antep’te geçmiştir, adam gelir onu Adana’da satar. Destancı okur, insanlar o hiç tanımadıkları kişi için toplaşıp ağlar. Destancı da onlarla ağlar. Bunlar da benim hayatımı oluşturuyor. Cenazeler kalkmadan insanlar başını yerden kaldırmazdı. Acıları paylaşmak, dayanışmak… Yani bütün bu atmosferde, bu hikâyelerde dayak yesek de canımız yansa da uğruna değecek bir yaşam sürüyorsan, o dayağa razısın. Doğum günlerinizi hep meydanlarda, kalabalıkla kutluyorsunuz. İşin doğrusu ben doğum günümü şimdiki eşim olan sevgilimden öğrendim. Arkadaşlığımız 1990 yılında başlamıştı. O yıla kadar hayatımda doğum günü diye bir şey kutlamadım. Bugün de 1 Mayıs’ı alanlarda kutluyoruz çeşitli yasaklamalara rağmen. Tabii insanın doğduğu güne denk gelmesi hoş. Dürüst insanlara rastlamak insan hayatını kolaylaştırır Çalışkan bir öğrenci olmanıza rağmen orta 1. sınıfta istediğiniz harçlığı kazanmak için okuldan ayrılıp bir mensucat fabrikasında işçi olarak çalışmaya başlıyorsunuz. Anton Çehov’un, Rıfat Ilgaz’ın, Yaşar Kemal’in kitaplarını okudunuz. O yaşta o kitapları nasıl seçtiniz? Gorki’nin “Ana” romanını da o yaşlarda okudum. Önemli olan doğru insana denk gelmek hayatta. Bir ülkenin şansı varsa, doğru yöneticilere denk gelir. Bir öğrencinin doğru hocaya denk gelmesi gibi. Dürüst insanlara rastlamak, insan hayatını her zaman kolaylaştırır. Ben bu konuda şanslıyım. Talihsizliğim okuyamadım, keşke okusaydım, üniversiteye gitseydim. İşlerim daha kolay olurdu. O zaman ne olurdum onu da bilmiyorum. Mutlaka hayata bakışım, ideolojim yine aynı olurdu çünkü geldiğim yer belli, sokaklarım belli. İnsanın da kabuğunu kırıp bir cam fanusa girmesi öyle kolay değil yani. Ben Orta 1’i iki yıl okudum. İkinci yıl okulu bırakacağım için mezuniyet törenime gider gibi gidiyordum. Türkçe ve tarih derslerinde de çok başarılıydım. Türkçe öğretmenim Nuri Ayvalı iyi bir vatanseverdi. İnsan vatansever olmasa kolay kolay da hapis yatmaz. Bugün de ülkenin hocaları hapis yatıyor. Türkçe dersini bana anlattırırdı. O kadar hızlı ezberlerdim ki konuyu. Tarih dersine de girerdi. Onu da çok iyi anlatırdım. Mesela Çaldıran Meydan Muhaberesi bana film şeridi gibi gelirdi. Okuduğum zaman, o dersin bitmesini istemezdim. Kendi kendime kahramanları görürdüm, atın üzerinde gözümde canlanırlardı. Haritayı açardım, Çaldıran’ı bulurdum. Etraftaki dağları, ovaları, ordunun nerelerden geçtiğini bulurdum. Öyle meraklarım vardı. Hemen hemen Türkiye’nin tüm dağlarını, göllerini, denizlerini, her tarafını öğrenmiştim. Bölgelerde yetişen ürünleri de hep merak etmişimdir. Yozgat’a gitsem, Yozgat’ın nasıl beslendiğini, geçimini neyle sağladığını öğrenirdim. İhsan Yüce’yle mesela 1974’te bir köye gittik. Gittiğin yerin tarihini, insanların nasıl geçindiğini, ne yediğini, bunları öğrenmeliyiz derdi. Sonra okuldan ayrıldım tabii. Hocam beni eski adı Ramazanoğlu Kütüphanesi olan Adana İl Halk Kütüphanesi’ne yönlendirdi. Beni üye yaptırdı oraya. Zaten okuldayken de gidip kitapları alıyordum. Sonra kitabını aldığım yazarın diğer kitaplarını alıyordum sırayla. Mesela Şolohov’un “Ve Durgun Akardı Don”undan sonra, “Don’da Hasat”ı da alıp okuyordum. “Ana”yı okuyorsam, Gorki’nin diğer kitaplarını da okuyordum. Marquez’in “Kırmızı Pazartesi”sini okurken, arkasından bütün kitapları seni içine çekiyor “Yüzyıllık Yalnızlığa” kadar. Ama bunu ben yapmadım. Seni yönlendiren insanlar doğru, okuduğun yazarlar doğru belki de. Yaşar Kemal’ler, Orhan Kemal’ler, kendi ülkenin şairleri saymakla bitmez. Sait Faik okuyorsun ağzın açık kalıyor. Rıfat Ilgaz okuyorsun, sabaha kadar gülüyorsun. Annem babam, “kendi kendine gülüyor, deli bu” diye beni doktora götüreceklerdi. “Baba, kendi kendime gülmüyorum, kitap okuyorum” derdim. “Ne okuyorsun?”, “Hababam Sınıfı”nı okuyorum”. Oradaki diyalogları söylüyordum, dayak yiyordum karşılığında. Sabah erken atın suyunu vereceğim, o da o arada başka bir iş yapacak. “Gelirsem karışmam ha” dedim. Namık Hoca’nın öbür sınıfa tehdidi. Bunu söyleyince babamın tekmesiyle fırladım yerimden.   Kelebek Gazetesi’nin yarışmasına çalıştığınız fabrikadaki ustaların ısrarıyla fotoğraf gönderiyorsunuz ve 18.924 kişiyi eleyip birinci oluyorsunuz. Artık fotoroman kralısınız. İşin ilginci, benden sonra bu yarışma yapılmadı ve benden başka seçilenlerin hiçbiri mesleğe devam etmedi. Hürriyet Gazetesi bir daha bunu yapmadı, diğer gazeteler de yapmadı. Sanki benim bu işi yapmam için hazırlanmış her şey. İstanbul’a taşınıyorsunuz. İki yılda, yirminin üzerinde fotoromanda oynuyorsunuz. İlk fotoromanı Güner Sümer mi çekiyor? Aynı zamanda gazetede şoförlük de yapıyorsunuz ve hız yaptığınız için işten çıkarılıyorsunuz. Hızlı araba kullanıyorum biraz. Bir de giderek fark edilmeye başlamıştım. Hürriyetin Vosvos’unu kullanıyorum ve direksiyonda bir kral oturuyor. Biri seslenip “Kralım tacınız düştü” dese, panik yapıp toslayacağız yani arabayı. Ama neticede elimde bir krallık var. Ödül parasını almak için gazeteye gidiyorsunuz ve size ‘Menderes bey, şimdi hemşehriniz de gelecek’ diyorlar. Kim o? Yılmaz (Güney) abi geldi, sarıldı, öptü. “Dayım tebrik ederim” dedi. Sonra yazıhanesine gittim. İki üç defa daha görüştük. O “Endişe”yi çekip dönecekti ve beraber çalışacaktık. Akıbeti maalesef kötü oldu, Yılmaz abi dönmedi. Biz hâlâ bekliyoruz. Yani o yüreğimizden gitmedi. Paris’te mezarını ziyaret ettiğimde çok hüzünlenmiştim. Ahmet Kaya ile neredeyse yan yanaydılar. Ahmet de eski arkadaşım. Öyle ikisinin arasında insan çok çarpılıyor. Yılmaz Güney sizden imzalı fotoğraf istiyor. Tersi olması gerekmiyor muydu? Yarışmayı kazandığınız fotoğrafı ilk imzaladığınız kişi de o oluyor. Evet, ilk fotoğrafı ona imzaladım. Karşıda da Atıf Yılmaz oturuyordu. Fotoğrafı Atıf Ağabey’e gösterdi, “hocam bak, dayımla nasıl benziyoruz” dedi. İlk iki filminizin (“Gecelerin Ötesi” ve “İnce Memed Vuruldu”) size bıraktığı duygu kötü, içinize sinmiyor. Film olarak da içime sinmedi, afiş olarak da içime sinmedi ama bir filmde oynamış olmak, başlamak için çok önemliydi. İnsanların seni görmesi için başka bir alan yoktu. Yaptığın iş sevdan haline dönüşürse… Aradan 43 yıl geçti. Kaç filminiz oldu biliyor musunuz? Yüz yirmiye yakın. İnsan sadece sette yaşamış gibi hissediyor. Sete gidiyorum, orada sandalyede oturuyorum, kitap okuyorum. Bir yandan set hazırlanıyor. Set asistanı, “Menderes Ağabey, burada çok gürültü var, istersen seni şöyle alayım” diyor. “Kızım hiç dokunma, ben kırk yıl bu sesi dinleye dinleye büyüdüm” diyorum. Gürültü olmayınca uyuyamıyorum. O bana ninni gibi geliyor. Işıkları yak, söndür, şaryoyu çek derken ekip toplanıp orada yemek yiyor. Eskiden Beyoğlu’na giderdim, karşıdan Yeşilçam’dan bir ışıkçı geliyor örneğin, kalabalıkta ona görünmeden “yaaak” diye bağırırdım. Hop dönerdi hemen. Yani bir rüyaydı yaşadığımız. Bugün ara ara uyandığımız oluyor. Yine de bakıyorsun rüyaların ağırlıklı olarak yaptığın iş. Yaptığı iş, insanın sevdası haline dönüşürse artık gözü dünyada başka bir şeyi görmüyor. Uluslararası filmlerde de rol alıyorsunuz. 1998’de Fransız yönetmen Claude Lelouch’un “Talih veya Tesadüfler” ile 2011’de ödüllü yönetmen Hiner Saleem'in “Ölürsen, Öldürürüm” filmleri buna örnek. Hatta film için Kürtçe öğreniyorsunuz. Bahman Ghobadi’nin yaptığı “Eşeklerle Yüzerken” var örneğin. Ayrıca İtalyanlarla, Almanlarla çok çalıştım. Kürtçe çok da hakim olduğum bir dil değildi, ben de ezberledim baştan sona. “Babamın Kanatları”nda da epeyce çalıştık, Kürtçe kurslarına gittik yönetmenle beraber fakat eğitimi zamanında tamamlayamadığımızdan, gramer eksikliğinden, orada da çok başarılı olamadık. Yine de becerdik bir şekilde. Kıvanç Sezer “Babamın Kanatları”nı sizi düşünerek yazmış. Siz de zaten okuyunca “ben oynamalıyım” demişsiniz. Hülya Uçansu aramıştı ve “Kıvanç seni düşünerek yazmış” demişti. Sonra ben de “doğru düşünmüş çünkü bu adam ben olmalıyım. Adam beni yazmış. Ayrıca şu anda da öksürüyorum” dedim. Ödül için “sanatçının budanması” diyorsunuz. Ödül, yeni bir coşku veriyor. İlk ödülünüzü 1989’da,  Zülfü Livaneli’nin “Sis” filmindeki dört dakikalık oyunculuğunuzla aldınız. Altın Portakal, Altın Koza, SİYAD, ÇASOD derken Yaşam Boyu Onur Ödülü’ne kadar sayısız ödül geldi peşinden. Antalya Film Festival’inin son ödülünü de yine siz aldınız “Babamın Kanatları” ile. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nin kuruluş amacı, Türkiye sinemasına hizmet etmektir ama kendi ülkesinin sinemasını Avrupa ile aynı kefeye koyup başka bir çizgiye getirdiler işi. Ulusal festivalimiz ön planda olmalı. Sen uluslararası festival yapıyorsun, Türkiye sinemasını dışlar boyuta getiriyorsun. Yol yakınken akıllarını başlarına alacaklar, tekrar Antalya Film Festivali dediğimiz boyuta getirecekler. Sansür her zaman başımızın tokmağı Maalesef kültür ve sanatla uğraşmak her zaman zor olmuştur ülkemizde. Sansür her zaman başımızın tokmağı olmuştur. Bir de festivalde bunu yaşamak hüzünlü bir şey. Hangi yasaktan kim fayda görmüş ki? Sanat zaten yasak ve sansürün kıyımına uğramış. Sinemanın sansürden çektiğini kimse kimseden çekmemiş. Biz heykelleri yıkanı da, içine tüküreni de gördük. Kadınlar öldürülüyor bugün sokaklarda, çocuklar tecavüze uğruyor ama bu konuda ağızlarını açmayan insanlar da gördük. O yüzden bu ülkede eğitim ve sanatla uğraşmak çok uzun mücadele istiyor. Sanat ki aydınlığa açılan penceredir. Sanatçı muhaliftir, her zaman da muhalif olmak zorundadır. Toplum karanlıktaysa, aydınlıktan haberi yoksa ona bir pencere açmak lazım. İnsanlar kör gibi yaşamaya alışırsa asıl işimiz zor. “Şiir, kendimize yazdığımız mektuplardır ama başkaları okur” diyorsunuz. “Yanmış Orman Kokusu’ ikinci şiir kitabınız. Şiir, oyunculuktan önce giriyor hayatınıza. Düğün salonlarında sigara karşılığı şiir okutup onları da fabrikada satıyorsunuz o yıllarda. Bir arada mahallede lakabı olan herkese şiir yazdım. Onları da A4’leri peş peşe yapıştırarak dört metrelik bir şiir haline getirdim. Ayrıca yazdığım asker mektupları da şiirlerle renklendirmeyi severdim. Çok da iyi para kazanıyordum o işten. Yani şimdi edebiyattan para kazanmadım desem yalan olur. Şiir kitabım çıktıktan sonra hesabına para yatırıyoruz denince ilk kez bir şiir kitabından para kazanacağım diye çok heyecanlandım. Oysa daha önce de kazanmışım. “Bu kafayla gidersen oyuncu değil oduncu olursun” Ayrıca şarkı sözü ve anılarınızı da yazıyorsunuz. Sizi zenginleştiren şeylere bir bakın: Türkü söylemek, fotoğraf çekmek, balık tutmak, at binmek, kebap yapmak… Saydıklarınız hep hayatımıza girmiş olsa da tam olarak yaptığım bir oyunculuk var. Oyunculukta sadece işimi yaparım ama orada içselleştirmeyi seviyorum. Yani ameleyi oynayacaksam, oluyorum, olup bitiyor. Fazla uğraşmama gerek yok. Abartacak da bir şey yok. Teknik oyunculuğu çok bilmem, oyunculuk matematiği diye bir şey vardır. Herhalde bunları öğretiyorlardır insanlara. Ben de hocalarımdan setlerde ya da sohbetlerde öğrendim. Yoksa oturup beni çalıştırmadılar. Tuncel Kurtiz, bir gün beni öyle bir azarladı ki, işi bırakmak istedim. Ağustos sıcağında yorgunluktan başım dönmüş. “Bereketli Topraklar”da birini taşıyorum, tuvalete götüreceğim. Ayakkabının da topukları yüksek. Tepetaklak parka taşlarının üzerine gittim. Geldi, kaldırdı beni, “oğlum, bu kafayla gidersen oyuncu falan olmaz, oduncu olursun” dedi. “Niye” dedim. “Beni takip et” dedi, kendisinin de maşallahı var. Attı adamı boş saman çuvalı gibi. Ben öyle getirip götürebilsem düşmezdim zaten. Çok titiz çalışırdı sette. Sonra “Menderes’in ayakkabısını düzeltin, yanlış ayakkabı giydirmişsiniz” diye fırça attı çocuklara. O yüksek topuklu ayakkabıyla parkede ayak bileğim döndü. O da görmüş, teselli etmek için gelmiş aslında. Böyle güzel insanlar vardı. Bütün mesele doğru adreste olmak. 1975 yılında Lale Oraloğlu ile “Vatan Yahut Silistre” oyunu için bir araya geliyorsunuz. Diksiyonunuzu düzeltmek için size üst üste “bal” demeyi öneriyor. Tiyatro hayatınızın o gün başlamadan sona eriyor.Çok mu zordu “bal”ı söylemek? Gerçekten de çok zorlandım. Sahnenin tozunu yutmak gerekiyor ama şimdi eski sahneler yok. Zorlu’da oynadığımız için toz falan yok. Adana’dan gelmişiz, Tükçe’yi zor kıvırıyoruz. Şimdiki oyunda da (Kürk Mantolu Madonna) uyarı aldım Engin Alkan’dan dilimi düzeltmek için. Hatta bir ara bana Güneydoğu’lu Raif Efendi dedi. Tiyatro gerçekten gözü karalık isteyen bir iş. Belki zamanında bu işe gönül vermiş ve antremanlı olsaydım olurdu. Hele bu rolle ben kendimi parçalayıp parçalayıp gidiyorum. Yorucu ve zor bir iş. Bunu çok güzel yapan arkadaşlarımız, hocalarımız var. Valla on kere, bin kere daha saygı duyuyorum onlara. 2006’da Sadri Alışık Tiyatrosu’nda Cengiz Aytmatov'un 1960’ta yazdığı “Selvi Boylum Al Yazmalım" romanından tiyatroya uyarlanmış metnini oynuyorsunuz. O zaman da “Muhtemelen bu ilk ve son oyunum. Bu çok eziyetli bir iş, bunu göze alanların yapması gereken bir meslek” diyorsunuz. Buna rağmen, “Kürk Mantolu Madonna”ya evet dedirten şey neydi? Tuba (Ünsal) ile Şile’de komşuyuz. Bir gün geldi, “Menderes Ağabey, böyle böyle” dedi. “Sabahattin Ali’nin adını duyunca çok heyecanlandım ama işin doğrusu düşünmüyorum” dedim. “Yine de teksti bırakıyorum” dedi. “Gerek yok, kitabı biliyorum. Konu güzel ama çok laf var, ben onları ezberleyemem” dedim. Bahane arıyorum. “Yok, onlar kısalacak” dedi bu sefer. Eşim de çok teşvik etti. Hani iki aşk arasında kalırsın ya, gözüm korkuyor çünkü. Buluştuk Engin Hoca’yla, “tamam, alıyorum ama yine de ben bir düşüneyim” dedim. Sonra da “beni azat edin” dedim. “Menderes Ağabey, sen bir daha oku, tekrar konuşalım” dedi. Velhasıl nasıl olduğunu, nasıl tamam dediğimi anlayamadan işin içinde buldum kendimi. Herhalde Sabahattin Ali’nin girdabı çekti beni oraya. Onu okumak da çoğaldıkça çoğalan bir aşk gibi. Ne kadar okursan o kadar genişliyor. Ruhumuzun onu tamamlayan bir başka ruhla karşılaştığında nasıl tutkuyla bağlandığını, en sıradan insan yaşamının bile nasıl derin bir anlama dönüşeceğini söyleyen bu eser aynı zamanda ilklerin oyunu. İlk kez tiyatroya uyarlanarak sahneleniyor, ilk kez koku entegrasyonu yapılıyor ve ilk dijital tiyatro oyunu oluyor. İlk ezberi tam olan da sizsiniz üstelik. Sabahattin Ali’nin diyalogları öyle bir halde ki; bir cümlesini çektiğin zaman bazen bir duvar çökebilir, o kadar derin boyutlu. Hem zorlandım hem de iki haftada her şeyi bitirmiştim. O rüzgâr içerisinde nasıl çalıştık, nasıl ezberledik anlamadan bir gün baktım sahnedeyiz. Oyunu baştan sona akıttık, sonra indim aşağıya, içim paramparça. Oynadığım karaktere çok üzülüyorum. Sabahattin Ali’nin tüm hikâyeleri birbirinden etkileyici ve çarpıcı. Mesela “Değirmen” tiyatroya uyarlansa oynamak isterim. Bu oyuna çalışınca fark ettim Daha önce ben Sabahattin Ali çalışmışım sinemada. “Gramofon Avrat” var çektiğim. Sanki birçok eserini de ismi değiştirilerek ufak ufak filmlerde görmüş gibi oluyor insan. Eski Anadolu filmlerinde belli ki hep alıntı yapılmış. Sizce niye Sabahattin Ali’nin 1943’te yazdığı bu kült eseri bugüne taşındı? Kendisinin de Devlet Tiyatrosu’nda dramaturg olması, romanı o gözle yazma sebeplerinden biri olabilir mi? Olabilir. “Bir deniz kenarında kapıda oturuyoruz” diyor. Etrafı hiç anlatmıyor. Ne dağlardan bahsediyor, ne buluttan, ne denizden. Normal, kendi aralarında konuşuyorlar fakat sen o gün havanın nasıl olduğunu, üşüyüp üşümediklerini, ruh hallerini, atmosferi de kurabiliyorsun. Şimdi bütün eserlerini bir daha gözden geçirdim. Okudukça dedim ki, “Sabahattin Ali’nin seni içine çeken bir girdabı var”.  Oyunculuğunuzu anlatırken Orhan Kemal’in Kahraman karakterindeki “delinmemiş kabağa bile girebilirim emmi” sözünü söylüyorsunuz. Evet, “Eskici ve Oğulları”ndan o replik. “Şu dünyada hangi yazarlarla tanışmak istersin” deselerdi mutlaka ilk üç sırayı; Orhan Kemal, Sabahattin Ali ve Marquez alırdı. Onlar geçip gidiyor hayattan ama bizim yüreğimizi sürülmüş bir tarlaya bıraktıktan sonra. Bizi altüst ediyorlar, içimizi dışımıza çıkarıyorlar. Bizi bu kadar derinlemesine açacak yazar bulmak zor. Aynı zamanda hem ağlayan hem ağlatan bir oyuncu olarak anılıyorsunuz. “Kürk Mantolu Madonna”da canlandırdığınız Raif Efendi’nin bir monoloğunda, yüzünüzdeki ifade kaç kişiyi ağlatmış. Oynarken seyirciyi görmüyorum ama oyunda ağlıyorum. Sonra kulise geliyorlar, “perişan olduk, parçalandık, öldük, bittik, mahvolduk” diyorlar. Geçenlerde Ankara’da kuliste bir kadın çok ağladığını söyledi. O bunu söyleyince, diğer kadın tekrar ağlamaya başladı. Aslında hepimiz kendimize ağlıyoruz. Hayata, bizi bu acılara gark edenlere ağlıyoruz. Sabahattin Ali’ye yapılanlara ağlıyoruz. Riyakâr, ikiyüzlü insanlar tanıdıkça yalnızlığa itmiş kendini. Onu tanıyanlar iki kere acı çekiyor. Ben oynarken acı çekiyorum çünkü. Sabahattin Ali’nin yaşadığı acıyı, yalnızlığı içselleştirdiğin zaman rol yapmana gerek kalmıyor. Düşünürken bile acı çekmeye başlıyorsun. Toplumun geleceği onu öylesine kaygılandırmış ki, özgür yaşasın, ezilmeden yaşasın, emeğinin karşılığını alsın diye elinden geleni yapmış, ötesinde canını bile vermiş…  
Editör: Ömür Ünver