İktidar ve sanatın bitmeyen kavgasında “öldü, ölüyor, öldüremedik, arsız bu tiyatro, bak yine bir çıkış yolu bulmuş” derken corona virüsün öldürücü gücünü fırsat bilenlerin, ellerini ovuşturduklarını getiriyorum gözümün önüne. Bir mezar başındayım. Etraf karanlık. Arada gaz lambasından süzülen ışıkla belli belirsiz bir görüş sağlanıyor. İki mezarcı aralarında konuşuyor. Herkesi öldüren kralın din esaslarına göre gömülüp gömülemeyeceği üzerine tartışıyorlar. Ne olduğunu tahmin ettiniz mi? Dilerseniz devam edeyim.   “Şimdi soylu olsan ya ölmüştün ya da zindandaydın. Bizim hayatımız değişiyor mu?" "Aldığımız para da yediğimiz ekmek de aynı” diyor beriki. “Soylular ölüyorsa, bizim için, devletimiz için, yüce bir amaç için ölüyor” diye karşılık veriyor öteki. Ülkenin bekasından bahsediyorlar. Aklınıza bir şeyler gelmiş olmalı. Yine de anlamadıysanız, üzülmeyin. Daha önce duymadığımız replikler bunlar. Yine de tanıdık. İster Danimarka Krallığı olsun, İster Norveç Krallığı, ister tiranlık, ister... Her neyse... Yüzyıllardır anlatılan benzer bir çürümüşlük. Hastalığın, yozlaşmanın, ihanetin, kokuşmuşluğun girdabında bir tragedyadır “Hamlet”. Kâh insan bedeninde kâh ülkenin bütününde. Nasılsın sorusuna, “memleket gibiyim” diyenlerin cevabında. Oyunun konusu  Tahta geçmek için kardeşi Hamlet’i öldüren Claudius, dul bıraktığı yengesi Gertrude ile evlenir. Sonrası, yanlışlıklar komedyası olarak zincirleme ölümü getirir. Prens Hamlet, babasının intikamını almak için amcasını öldürecekken, yanlışlıkla kralın sağ kolu Polonius’u öldürür. Amacı bu olmadığı gibi, onun kızı Ophelia’yada aşıktır. Claudius, bunu fırsat bilip yeğeni Hamlet’i İngiltre’ye gönderir. Niyeti onu orada, İngiltere Kralı'na öldürtmektir. Plan geri teper ve Hamlet yerine Rosencrantz ve Guildenstern ölür. Ophelia, aşık olduğu adam babasını öldürdü diye çıldırır, nehirde boğularak ölür. Kimilerine göre intihar eder. Bunu duyan Leartes, hem babasının hem kız kardeşinin cenazesi için Paris’ten gelir. Claudius’un yanlı yönlendirmesi sonucu intikam yemini eder. Kral Claudius, Hamlet’in ölümünü garantiye almak için hem kılıca hem şaraba zehir koyar. Şarabı Gertrude içince yanlışlıkla karısının da katili olur. Düelloda hem Leartes hem Hamlet ölür. Ama Hamlet ölüme giderken aynı zehirle Claudius’u da yanında götürür. Çürümüşlüğü aynı çürümüşlükle yenmeye çalışan Hamlet de pür-ü pak değildir. Kararsızlığı ve tereddütü kendi sonunu da hazırlar. Ölüm zehirli bir sarmaşık gibi ilerlemektedir. Nihayetinde Norveç kralı Fortinbras, Danimarka’yı ele geçirince uğruna birbirlerini öldürdükleri ülkelerinden de olurlar. Geride, birinin hayatta kalıp bu hikâyeyi anlatması gerekir. O kişi Horatio’dur. Feza Soysal da benim nezdimde işte o kişidir. Yeniden yazımla, oyunun sonundan yeni bir oyun başlatmış. Böylece kasıtlı öldürülenlerin, pisipisine ölenlerin, yani Hamlet’in bütün ölülerinin kendilerini ifade etmelerine şans vermiş. Dudaklarından pişmanlık sözü dökülenlere, hesapları kapatma fırsatı tanımış. Dili gündelik ama Shakespeare’in şiirini de korumuş. Buluşçu bir çözümle; dijitalde izlediğimiz “tiyatromsu” performanslara, "biz nasıl akıl edemedik" dedirtecek bir düzenlemeyle; ileride, bugünü konuşacaklara, tiyatro adına bir çentik atarak; bize, seyircilere iade-i itibarı sağlayarak, fiziki seyri mümkün kılarak; yepyeni bir seyir biçimini önererek bir ilki gerçekleştirmiş. Bu bir dünya prömiyeridir Ali Düşenkalkar’ın Genel Sanat Yönetmenliğini yürüttüğü Nilüfer Kent Tiyatrosu, “Hamlet’in Bütün Ölüleri” oyununun dünya prömiyerini, Bursa Halkevi Cumhuriyet Meydanı’ndaki bir “konteyner sahne”den gerçekleştirdi. 11 Şubat 2021, pandemide tiyatro tarihine şerh düşülsün. Shakespeare, “bütün dünya bir sahnedir” derken, aklından geçirdiği bu değildi belki ama işte gözümün önündeki bu konteyner, iç içe geçmiş dokuz bölümüyle, birazdan ilk seyircisine ev sahipliği yapacak. Birer birer ve aralıkla içeri gireceğiz. Bu, kişiye özel olarak tasarlanan tiyatro önermesinde, dört yüz yıllık geçmişi olan insan galerisinden çıkagelen ölülerle teke tek görüşürken, endişeleneceğimiz son şey corona virüsü olacak. Çünkü oyuncuyla-seyirciyi birbirinden ayıran camekân sayesinde güvendeyiz. Ayıran dediğime bakmayın; o camekân, ilk kez bizi bu kadar birbirimize yaklaştırıyor. Aramızda santimler var. Bu büyülü bir şey. İzleme üzerine yepyeni bir özgürlük tanınmış, yanına da görev eklenmiş. Elinize verilen kulaklığı jaka yerleştirip ışığı yaktığınızda oyun başlayacak. Zamanlama bizim elimizde. Kişiye özel tiyatro İlk bölümde mezarcılarla karşılaşmıştık, biliyorsunuz. Kararında oyunculuklar Batuhan Pamukçu ve İbrahim Ersoylu’ya ait. Arada “kral” ve “Hristiyan” sözlerini duymasam, onlar için mezar kazıcı Kazım ve İbrahim derim. Hazırsanız diğer bölüme geçelim. Bu sefer karşımızdaki Hamlet’in hayaleti. Selçuk Yöntem’in suretinde konuşuyor. Olanı biteni kimseye açıklayamamanın biriken suskunluğunu, oğlunu nasıl kışkırttığını anlatarak bozuyor. Araf ne beter bir lanet. Onu dinliyorum ama asıl tasarımın etkisinden irkiliyorum. Video performansın sunum şekli, Selçuk Yöntem’in arada seçmekte zorlandığım kelimelerinden güçlü geliyor. Ey, birbirine benzer işler yapanlar, burada, bu sınırlı alanda yapılan şeye bakın. Etkisini kaça katlıyor bu buluş, görün diyorum. Ölüm sıralarına göre Polonious’un, Ophelia’nın, Laertes’in, Claudius’un, Gertrude’un ve Prens Hamlet’in de mezarlarını ziyaret edeceğiz. Bu sefer yatay değil, dikey mezarlar göreceğiz. Cem Yılmazer, çözümcü tasarım yapmakla kalmıyor; Peter Brook’un, “tiyatro, bir sahne, bir ışık, bir oyuncudur” sözünü gerçek kılıyor. Beni Polonius’ta Ali Düşenkalkar karşılıyor. On yıldan sonra yönetmenlikten fırsat bulup oyunculuğa dönmesi öyle yerinde bir karar ki. Gözleriyle oynamak tanımı, üzerine cuk oturuyor. Gözlerinden damar damar yayılan güç, seni karşısında mıhlıyor. O, üst tabakadakilerin trajedisinden bahsederken, göz ucuyla bile etrafa, dekora, kostümüne bakamıyorum. Sanat galerisi gezer gibi geziyorum odaları. Onlar vitrine konmuş eserlerse ben de onları tamamlamak zorunda olan seyirciyim diyorum. Yıldız Kenter’i anımsıyorum. Her bir tiyatro elementinin, oyunculuğu ön plana çıkarmak için alçakgönüllü dayanışmasına tanık oluyorum. Aşk olsun size diyorum. Kostümlerin şahaneliğini de doğal ki o an fark etmiyorum. Özlem Karabay’ı kutlamayı da aynı sebeple erteliyorum. Ah Ophelia, benim güzel, masum kızım. Babası ölünce onu anlayanı kalmayanım, yetimim. Aşkından delirdiğini sananlara, acının kendisi olduğunu anlatamayanım. Şarkı söyleyen nefesinin cama yaptığı buğunun ardından Ayşe Gülerman’ı izliyoruz. Leartes’e Adem Mülazım can veriyor. Yarı aydınların bir işe yaramayan ruhu var karşımda. Kurduğu tuzağa ilk kendileri düşer böyleleri. Tiyatronun, her şeyi seyirciye sansürlemeden vermesi gerektiğini söyleyen bu oyuncu, gerçeğin, sanattan öğrenecek çok şeyi olduğuna inanıyor. Beni de inandırıyor. Yan odaya geçtiğimde, kifayetsiz muhterislerden Claudius karşılıyor beni. Yani Mesut Özsoy. Kostümü, köylü kurnazı karakterinin üstünü örtemiyor. Ölüsü bile dürüst değil. Sıra Gertrude’u oynayan diyemem; o olan Ebru Kara Dekhli’de. Öyle ikna edici ki “gidin” derken. Gitmem gerektiğini düşünüyorum ama biraz daha kalıp izlemek istiyorum. Sona yaklaşıyorum. Diğer kapıyı açınca Hamlet’te beni Mert Tiryaki bekliyor. “Ölüm uyumak; o kadar” diyen Prens Hamlet. Söyledikleri hem doğru hem yanlış. Her “ne diyorduk” sorusu karşısında, cevaplar ağzıma geliyor ama “eğitimli” bir seyirci olduğum için susuyorum; gözlerine bakmakla yetiniyorum. Işığı söndürdüğümde, o da diğer oyuncular gibi başını eğip kendini kapatıyor. Dokuzuncu kapıyı açıyorum. Hayalet bir kez daha musallat oluyor. Keşke ölenlerin hiçbirinin ölmediği, doğan herkesin de doğduğu bir zamandan seslenebilseydi. Pişmanlığın lavıyla yanmak yerine. Oğul Hamlet’in, dönen dolaplardan emin olmak için tiyatroya başvurması, sağlamayı onun üzerinden yapması geliyor aklıma. Mezarlık çiçek bahçesine dönüyor hayalimde. Hayalete cevap veriyorum: “Üzerindeki ölü toprağı silkeler seyirci. Tiyatro da seyircisi de bitmez.” Muhsin Ertuğrul’un vagon tiyatrosuna, Erol Günaydın’ın karavan tiyatrosuna yepyeni bir tür ekleniyor. Bu konteyner tiyatronun son kapısından dışarıya çıktığımda büyük bir eksiklik hissediyorum. "Olmaz" denilen her şeyi oldurtan bu ekip, alkışa nasıl çare bulamadılar şaşıyorum. Her birini gözlerinden öpüyorum. Yazan - Yöneten: E. Feza Soysal Mekan - Işık Tasarım: Cem Yılmazer Kostüm Tasarım: Özlem Karabay Dramaturg ve Nöbetçi Yönetmen: Kazım Güçlü Ophelia’nın türküsünün bestesi: Burçak Çöllü Yönetmen Yardımcıları: Gökhan Kum (reji) / Okan Temizarabacı (teknik) Oynayanlar: Adem Mülazim, Ali Düşenkalklar, Ayşe Gülerman, Batuhan Pamukçu, İbrahim Ersoylu, Mert Tiryaki, Mesut Özsoy, Ebru Kara Dekhli (konuk oyuncu), Selçuk Yöntem (video performans)  

Editör: Ömür Ünver