[caption id="attachment_43248" align="alignnone" width="720"] 16 Nisan 1933 doğumlu Erol Günaydın, 15 Ekim 2012'de vefat etti. Usta sanatçı, yazarımız Pınar Erol ile bir sohbetinde...[/caption] “Yine yapardım, yine yapardım! Hiç kimse görmese, bitse bile, ölse bile, geberse bile yine tiyatro yapardım ben!” diyen Erol Günaydın için tiyatronun vazgeçilmezi ahşap kokusudur. Eskilerin tiyatro tabiridir; "İki kalas bir heves" derler. İşte anlattığı, bu hevesin kokusudur. 16 Nisan 1933’te "masal ülkesi" olarak tanımladığı Trabzon - Akçaabat’ta dünyaya gelir. Çocukken geçirdiği hastalık yüzünden yürüyemeyince; yattığı odanın duvarını maviye boyayan, o duvara uçurtmayı çiviyle sabitleyen, uçurtmanın ipini de uçurması için kendisine vererek ona baharı yaşatan bir baba ile oğlunun ilk oyununu izlediğinde “uşağım ben de seni bir şey yapıyorsun sanıyordum, sizin yaptığınız maymunluk da” diyen matrak ve sezgileri kuvvetli bir annenin üçüncü çocuğudur. 1937’de Trabzon’da babasının omzunda Atatürk’ü görmenin mutluluğunu yaşar. Yüreği fırlayacak gibi olur. Doğanın içinde geçer çocukluğu. Çiçekleri çok sever. Kuzuları otlatırken çiçeklerle oynar. Birine "saat çiçeği" adını verir. Diğeri ise "titre çiçeği"dir. Tutunca tir tir titrer. “Titre Mahmut titre / Allah seni yitire / Cehenneme götüre” diye söz yazar ona. Bunu Yılmaz Güney’e anlatınca, “ya ne kadar güzel bir şey, gel bunun senaryosunu yazalım" der. Sinirlendikçe, koparıldıkça titreyecektir zavallı. Yılmaz Güney, Titre Mahmut’u kendisi oynamak istese de olmaz, ömrü yetmez. Taşınırlar. Onlar bir kamyonun içinde, kamyon geminin içinde İstanbul’a gelirler. Çocuklar dalga geçince, inat eder Karadeniz ağzını düzeltir. Galatasaray’da okurken ufak ufak meşhur olmaya başlar. Artık o, insanları güldüren çocuktur. Açık hava sinemasında İsmail Dümbüllü’yü izler. Ondan öğrendiklerini de etütte arkadaşlarına satar. “Kore'den Geldim Baba”yla artık iyice meşhur olmuştur ve sağdan soldan çağrılmaya başlanmıştır. Sınıf maçında oynayacağı bir anda “seni artistlik imtihanına sokacağız” diye omuzlarda ve neredeyse güç uygulanarak konferans salonundaki jürinin karşısına çıkarılır. Eline Moliere’in “Cimri”si verilir. Jüride Bilge Zobu, Reşit Baran, Necdet Mahfi Ayral, Ford Muhittin, Ahmet Kutsi Tecer, Haldun Taner vardır. Bir yandan “paralarım nerde, ver paramı” diye repliğini söylerken, bir yandan da gözüne giren ışık yüzünden göremediği jüriye yaklaşır ve “nasıl oluyor mu bari yani olmuyorsa ben gideyim maçım var” der. Jüri kahkahayı patlatır. İkinci sene Çehov’un “Teklif”inde oynadığında öyle sükse yapar ki Muhsin Ertuğrul’dan “Okulu bitirsin ben onu Küçük Sahne’ye alacağım” diye haber gelir. Ailesi “sakın ha” derken okulundaki müdürleri, “sen Galatasaray Lisesi’ni bitir, git artist parçası ol, olacak iş mi!” diye kızar. Galatasaray’da yatılı okumak ona hayatı öğretir, kendini bulduğu dönemdir. Ömrüne ömür katan dostluklar edinir. Tiyatroyu sanatla, edebiyatla besler. Onun için “Biri vardı o ilk ağlamayı bulup herkesi güldüren, sonra bunu unutup ağlarcasına gülen” diye yazan Özdemir Asaf’la geceleri birlikte gezer, gün üstlerine ışır. Edip Cansever’i çok sever, Sait Faik’in “Kara Oğlan”ıdır. Atilla İlhan’la Baylan’da buluşurlar. Melih Cevdet Anday’la birlikte kız liselerindeki edebiyat matinelerine katılırlar. Orada La Fontaine’den masallar okur. Necati Cumalı, Can Yücel, Oğuz Aral, Ferruh Doğan ve gençler dostlarıdır. Ergun Köknar ile Fransa’ya, Avignon Festivali’ne gider. Döndüğünde Haldun Dormen ile Ses Tiyatrosu’nda oynayacaktır. O sırada askerliği gelir ve öğretmen olarak Ağrı’ya atanır. “Gittim, gittim, yıllarca gittim, gözümü Ağrı’da açtım. Herkes biliyor nereye gittiğini, benimkini bilen yok. Ağrı, Diyadin, Yukarı Biligan Köyü. Fakat ben katiyen torpil istemiyorum. Kaderim beni nereye götürürse oraya gideceğim, inat ettim buna. Vardığım yerden, üç bin metre yukarı, Aladağ’a çıktım. Baktım okul çatlak. Maarif’e dilekçe verdim. Okul çatlak, sel yatağında, ben burada tehlikedeyim diye. Alı al moru mor Maarif’ten adamlar geldiler. Rapor verdiler. Okul temelden çatlaktır ama donma hadisesi olduğundan çökmez, çökerse baharda çöker diye. Ulan ya Allah’ın güneşi vurur da bunlar inerse biz altında mı kalacaktık” diye anlatır durumunu. Haldun Dormen’e mektup yazar: “Patronum, bana yazın, bana çocuk kitapları yollayın, benim küçük vahşilerime yardım edin. Maarif hiç yardımda bulunmuyor. Okulda hiç oturacak sıra yok. Sıra yapılması için on tahta verdiler. Kalemleri, defterleri hiç yok, tebeşir yok. Galiba bu ay maaşı bunlara yatıracağım. Önlüklük siyah kumaş yollarsanız çok makbule geçecek. Burada bulmanın imkânı yok. Dağda geçecek günlerimi süsleyecek bu güzel, gerçekleştirmek istediğim hayallerim. Kendimi bu işlere vermezsem hiç günler geçmeyecek. Bitmeyecek. Dağlar kadar büyüdü içim…” Ankara günleri… Maddi imkânı olmadığın için otelde yatıp kalkmaktadır. Bir gün, Mefkûre Hanım gelip, “yarın pul paranı getir senin mukaveleni yapacağız” der. Üstünde İstanbul’da paralı zamanlarında aldığı lacivert şık bir pardösü vardır. Saman pazarına doğru yolu çıkar. Yolda bir fotoğrafçıya eskilerin alınıp satıldığı yeri sorar. Fotoğrafçı “ne o abi, satılık bir şey mi var” diye sorar. Ve üstündeki pardösüyü otuz liraya satın alır. Devlet tiyatrosu anlaşmasını bu sayede yapar. Muhsin Ertuğrul hayatında çok önemlidir. Ona kovboy tabancası alır. Altan Erbulak da onlara katılır ve bu üçlü koskoca Devlet Tiyatrosu’nun içerisinde dekmancılık oynarlar. Bir oyunda pide yeme sahnesi vardır. Erol Günaydın, oyun sonrası kalanları da yediği için adı "aksesuar yiyen çocuğa" çıkar. Bunu duyan Muhsin Ertuğrul, oyunda pidenin yanında, pilav ve irmik helvasını da ekler. Cahit Irgat ve Haldun Dormen’le İstanbul’a dönerken Muhsin Ertuğrul’a, “siz de buralarda çok kalamazsınız, belki arkamızdan gelirsiniz” der. Küçük Sahne’de oynamaya başlarlar. Sonra Kenterler’den de davet alır. Böylece iki tiyatroda birden çalışmaya başlar. Bir günde beş oyun oynadığı olur. Soyun, giyin, soyun, giyin günde kaç kostüm değiştirir. En nihayetinde akşam olur. Soyunur, çıplak kalır, Müşfik Kenter’e, “herhalde ben bugün böyle çıplak geldim, değil mi” diye sorar. Kulisten gülerek çıkarlar. Onun sahnedeki varlığı çok özeldir. Küçük rolleri bile öyle parlatır, öyle süsleyip oynar ki hep akılda kalmayı bilir. Destek veren, omuzlayan, kaldıran hep o olur. Zaman zaman mesleki olarak haksızlığa uğrar. Ama bunun üzerine bir kompleks inşa etmez. Bu tevazu içerisinde biraz da başrollerle dalgasını geçer. “Papaz Kaçtı” oyununda üçüncü perdede küçük bir rolü vardır. Her şeyden korkan, ürken, vaaz vermeye gelen rahip Humphrey’dir. Kapının önünde iki perdeyi heyecanla ayakta beklerken rolden çıkmaz. Eli kapının zilinde, çalmak için hazırdır. Derken sırası gelir, kapı açılır. Haldun Dormen onu içeri alır. Alkış, kahkaha, kıyamet… Ne olduğunu anlayamaz. Kendi anlatımıyla: “Durduğum yerde sağa bakıyorum alkış, sola bakıyorum alkış. Yıkılıyor ortalık. Ben ne yaptığımın farkında mıyım? Beni mi alkışlıyorlar, neyi alkışlıyorlar onun bile farkında değilim. Oyun bitti, böyle ter içerisinde kaldım. Ne olduğunu anlamadım. Tebrikler, herkes birbirini öpüyor filan. Geldim yüzümü gözümü sildim. Valla hep bunu söylüyorum. Oradan vapura binip Beşiktaş’a geldim. Eve çıktım, soyundum yattım. Sabah uyandım; altmış sene geçmiş üstünden. Altmış senedir hala tiyatrodayım ben.” O altmış senenin içine nice tiyatrolar, oyunlar, filmler, diziler, ödüller girer. Ancak asıl ödülü kazandığı sevgidir. “İnsanlar hayatımın en büyük serveti. Bütün gezdiğim yerdeki insanlara hep sevgiyle baktım, onlardan da sevgi gördüm. Kimseye kızmadım, herkese hak verdim. Belki de bu sevgi dağıtımı beni çok mutlu ediyor. Bu sevgiyle belki bana hayat verdiler, nefes aldırdılar. Her zaman gülüyorum, gülümsüyorum. Napayım...” diyen oyuncunun Avrupa tiyatrosundan haberi vardır. Amerika tiyatrosundan haberi vardır. Çocuk tiyatrosunu layıkıyla yapar. Uzakdoğu tiyatrosundan haberdardır. Pantomim bilir. Mizahın ustasıdır. Meddahlığı otantiğiyle yapar. “Geleneksel Türk tiyatrosu güllaç gibidir. Sadece Ramazan'dan Ramazan'a hatırlanır" sözünün iç buran sitemini duymanın tam zamanı bugün. Hem de Ramazan'a denk gelen doğum gününde!             
Editör: Ömür Ünver