Yıl 1941. Dönemin Cumhurbaşkanı İsmet İnönü ve Genelkurmay Başkanı Abdurrahman Nafiz Gülman Paşa, Balıkesir’den geçerken Balıkesir Savaştepe Köy Enstitüsü’ ne uğrarlar. İsmet Paşa okula doğru ilerlerken, omuzunda çantası olan bir kız çocuğunu görür ve ona soru sormak ister. O kız çocuğu Hatice Kolukısa’dır. Paşa, Hatice’ye yaklaşır ve sana bir soru sorabilir miyim? der. Hatice, tabi ki Paşam diye cevap verir. İsmet Paşa, Hatice’nin omuzundaki çantanın içinde ne olduğunu merak etmiştir. Paşa, Hatice’ye doğru eğilir ve çantanın içinde ne olduğunu sorar. Hatice hemen çantasının içine elini sokar ve çantasının içindekileri dışarı çıkararak Paşa’ya gösterir. Çantanın içinden azık olarak bir çeyrek ekmek köfte ile dünya klasiklerden Sofokles’in “Antigone” adlı kitabı çıkar. İsmet İnönü, birazcık azığı ve dünya klasiğinin önemli kitaplarından Antigone’ yi Hatice’nin elinde yan yana görünce, Nafiz Paşa’ya döner ve şöyle der: “Görüyor musunuz? Ekmeğin yanında kitap. Köy Enstitüleri’nde kitap, ekmekle bir tutuluyor. Ne zaman Türkiye’de erinden generaline, sade vatandaşından cumhurbaşkanına kadar herkes kumanyasına kitabı ekleyecek duruma gelirse, o gün Türkiye gerçekten kurtulmuş demektir. İşte, o zaman tam bağımsızlık gerçekleşmiş olacaktır. Topraklarımızı bilgiyle değerlendirmenin, bilinçle savunur duruma gelmenin başka yolu yoktur.”der. … İşte bu hikâye; Cumhuriyet ve devrimleriyle birlikte, Anadolu’nun bin yıldır uyuyan halkının uyanma hikâyesidir. İşte bu hikâye; Karanlığa ve cehalete teslim edilmemesi için çalışılan Eskişehirli Mehmet’in, Balıkesirli Hatice’nin, Malatyalı Rıza’nın, Adanalı Ayşe’nin yani tüm Anadolu çocuklarının aydınlanma hikâyesidir. İşte bu hikâye; Tam bağımsızlık mücadelesinin, eğitimden geçtiğinin inancının hikâyesidir. İşte bu hikâye; Harcı “ahlak”, kolonu “bilim” olan köy enstitülerinin hikâyesidir. Tıpkı yeni devletin temelleri gibi… Sapasağlam ve dimdik. … Kolay değildi. Yol uzun ve fay hatları çoktu. Anadolu’nun dört bir köşesi fay hatlarıyla ve bunları tekrar harekete geçirmek isteyenlerle doluydu. Deprem olmalıydı. Yeni devlet ya yıkılmalı ya da sarsıntılarla sallanmalıydı. … Ve eğitimde ilk deprem oldu. 1954’ de Köy Enstitüleri kapatıldı. Kapatılan sadece Köy Enstitüleri değil, Anadolu ve Anadolu çocuklarının geleceğiydi. Harcı “ahlak”, kolonu “bilim” olan eğitim sistemi karardı, yerini zamanla karanlık aldı. … Tam 66 yıl sonra. İzmir’de Ekim ayının 30’unda güzel bir Cuma günüydü. Her şey yolunda derken, bir anda Ege’de deprem fay hattı kırılmış, İzmir saniyelerce sallanmıştı. Sonunda ne yazık ki gözyaşları, çığlıklar, koşuşturmacalar ve panik… Zaman su gibi akıp geçiyordu, geride kalan ise sadece küçük bir umuttu! Bir umut değil miydi zaten yaşatan insanı? Ne yazık ki, insan hayatı kadere terk edilmişti. Binalar çökmüş, insanlar yıkılmıştı. Çünkü binaların temellerini ahlak ve bilime göre değil, hırs ve çıkara göre atmıştık. Harcı “ahlaksızlıktan”, kolonları ise “cehaletten” yapmıştık. Çöken binalar, kırılan fay hatları değil, çöken ahlak, kırılan eğitim sistemiydi! Ezcümle; Deprem değil, cehalet ve ahlaksızlık öldürür. Cehaletin ve ahlaksızlığın ödüllendirilmediği, eğitimin bilim ve ahlak temeliyle şekillendirildiği bir dünya hayaliyle… (Depremde hayatını kaybeden tüm vatandaşlarımızın mekânı cennet olsun. Yakınlarına ve sevdiklerine baş sağlığı diliyorum. Yaralı vatandaşlarımıza ise, acil şifalar diliyorum. )

Editör: Ömür Ünver